Sanat Dönemleri Serisi: Egzistansiyalizm

spot_img

Varoluşçuluk deyince aklımıza ilk ne geliyor? Hayatın anlamlılığı ya da anlamsızlığı? Ya da insanın yaşamında ne gibi amaçlarının olup olmadığı? Elbette varoluşçuluk ya da diğer adıyla egzistansiyalizm, anlaşılması güç kavramlardan biri ve düşünce tarihine baktığımızda da bunun böyle olduğunu görürüz; Soren Kierkegaard, Martin Heidegger, Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi düşünürler varoluşçuluğu anlamaya çalışmış ve onu farklı açılardan ele almışlardır. Peki ya sanat ile varoluşçu düşünceyi birlikte düşündüğümüzde hangi soru(n)larla karşı karşıya kalırız? Sanat nedir? Sanat neden ve nasıl yaratır ve sanata bakar? Sanatı “mümkün kılmak için” var olan bireyin varlığı nasıl kurulmalıdır? İnsanın “olduğu gibi olduğu” gerçeği göz önüne alındığında, sanatın anlamı ne olabilir?

Sanat dönemleri serisinin bu bölümünde, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde yükselişe geçmiş ve sanatta da güçlü etkileri olmuş varoluşçuluk akımının sanattaki yansımalarını inceleyecek ve varoluşçu düşünce perspektifinden sanata nasıl bakıldığını değerlendireceğiz.

Varoluşçuluk nedir? | Felsefi Yaklaşımlar

Toplumsal yapıdaki dönüşüm ve kırılmaların yaşandığı, bilim, sanat ve teknolojinin hızla değişim geçirdiği 20. yüzyıl; savaşlardan, hastalıklardan, sosyo-ekonomik sorunlardan bunalan ve umutsuzluğa kapılan “bireyi” farklı arayışlara yöneltmiştir. Özellikle, iki savaş arasındaki süreçte oldukça zor koşullarla baş etmek zorunda kalınması ve eşitsizlik, dini baskılar gibi olgular, bireyi “insanın hayattaki amacının ne olduğu” sorusunu sormaya itmiştir. Böyle bir ortamda, varlığın ve insanın var olma biçimlerine yoğunlaşan varoluşçu felsefenin ortaya çıkması tesadüfi değildir, kuşkusuz. Peki nedir bu varoluşçuluk? Varoluşçu düşüncenin sanattaki yansımalarına bakmadan önce, varoluşçuluğun ne olduğundan bahsetmek gerekir.

İlk ve Ortaçağ felsefesi düşünürlerine göre, özü olmayan bir şey var olamazdı dolayısıyla insanın da dünyaya geldiğinden itibaren “bir şeyi her ne ise o yapan” şeklinde ifade edilebilecek bir özü olduğuna inanılırdı. Ancak 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde bu düşünce değişime uğramıştır, buna göre -yalnızca insan için- var oluş, özden önce gelir dolayısıyla insan, doğumundan itibaren bir öz ile dünyaya gelmez; kendi değerlerini yaratarak kendi özünü oluşturur. Varoluşçuluğun en genel itibariyle temeli, bu düşünceye dayansa da “Varoluşçuluk nedir?” sorusuna verilebilecek tek bir yanıt yoktur. O halde bu düşüncenin nasıl temellendiğine kısaca bakmak gerekir.

Modern varoluşçu düşüncenin ilk temsilcisi olarak görülen Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard, aydınlanmacı felsefe ile kilisenin uygulamalarının bir eleştirisini sunarken bireyin varoluşu ve varoluşun öznelliği noktasından hareket eder, bu açıdan insanı kendi tekilliği içerisinde kurmaya ve anlamaya çalışır. Kierkegaard modern felsefenin ve geleneksel kilise öğretilerinin bireyi “büyük amaçlar” uğruna göz ardı ettiklerine dikkat çeker ve kendi felsefesini bireyi merkeze alarak kurmaya çalışır. İnsanı herhangi bir kurumsal ya da düşünsel sistemin parçası olarak görmez, onu kendi biricikliği içerisinde değerlendirirken insanın ne olduğu, nasıl yaşaması gerektiği gibi sorulara inanç kavramından yola çıkarak yanıt arar. Kierkegaard’ın bu düşünce biçimi, varoluşçu felsefenin temellerini atmıştır ve her ne kadar birbirinden farklı düşünceleri savunsalar da ondan sonraki düşünürleri de etkilemiştir.

Fenomenolojik felsefeden ve özellikle de Edmund Husserl’den oldukça etkilenerek kendi felsefi düşüncesini oluşturan Alman filozof Martin Heidegger‘in de varoluşçu düşüncenin gelişimine büyük katkıları olmuştur. 1927 yılında yayınlanan ve ontolojinin gideceği yolu büyük ölçüde belirleyen Varlık ve Zaman kitabı onun felsefesini anlamak için önemlidir. Ona göre insan, dünyaya öylece bırakılmıştır ve bu bırakılmışlık nedeniyle hayatını kurabilmesi için ölümüne kadar birtakım seçimler ve tercihler yapmak durumundadır. Aynı zamanda onun felsefesinin en temel sorusu “varlık nedir?” olarak okunabilir ve bu noktada zaman, önemli bir meseledir. Çünkü insan ölümlüdür ve tüm yaşamını dünyanın aleladeliğine kapılmadan, özgürce kurmalıdır.

Varoluşçuluk denildiğinde aklımıza ilk gelen isimlerden biri olan Fransız düşünür Jean Paul Sartre, varlık anlayışını tanrının yokluğu üzerinden kurar. İnsanın varlığının önce geldiğini ardından dünyada acı çekerek ve başkaldırarak kendi özünü yarattığını savunur. Bireyin “varlığı” ile hayatında ne yapacağını bildiren bir yaratıcının ya da ilahi fikrin olmadığını söyler dolayısıyla herhangi bir normun, geleneğin olmadığı bir ortamda, Sartre’a göre, birey özgürdür. Ancak bu özgürlüğü ona bazı sıkıntılar ve bunalımlar yaşatabilir nitekim hiçbir düzenin olmadığı bir dünyada bireyin de hiçbir dayanağı da yoktur; insanın bu sıkıntılı ruh halinden kurtulabilmesinin tek yolu, kendi var oluşuna bakması ve kendi kaderini çizmesidir ya da bu dünyayı terk etmelidir. Sartre aynı zamanda bulantı olarak adlandırdığı bu ruh halini, bireyin birey olabilmesi için itici bir güç olduğunu düşünür. Öte yandan bireyin özünün var oluşundan önce gelmesini yabancılaşma olarak tanımlayan Sartre, tüm varlığını kendinden başka bir otoriteye teslim etmiş kişinin kendini kandırdığını, kendine yabancılaştığını söyler.

20. yüzyılın önemli düşünce akımlarından biri olan egzistansiyalizmi en basit şekliyle açıklamaya çalıştık, peki tüm bu düşünce biçimleri sanata nasıl yansımıştır?

Varoluşçu Düşüncenin Sanata Yansıması

20. yüzyılın, kendinden önceki yüzyıllarda topluma ve bireylere vaat edilenlerin gerçekleşmediği, üzerine bireyin değersizleştirildiği, ekonomik ve siyasal hayal kırıklıklarının yaşandığı, makineleşmenin hayat standartlarını yükselteceğine bireyi daha da karmaşık hayata iten bir dönem olduğundan söz etmiştik. Varoluşçu düşünceyi savunanlar da toplumları ve bireyleri içinde bulundukları bu zor durumdan kurtarmak istemişler ve bir çıkış yolu sunmak istemişlerdir. Bu dönemde Camus gibi yazarların da etkisiyle varoluşçuluk büyük bir yükselişe geçmiş, felsefeyi etkilediği kadar edebiyatı, sinemayı ve sanatı da etkilemiştir. Sartre’ın da oyun yazarı, romancı ve edebiyat eleştirmeni olarak kaleme aldığı yazıları ve Giocametti gibi sanatçıların eserleri hakkındaki denemeleri sanatın varoluşçulukla ilişkilenmesine katkıda bulunmuştur.

Kart Oyuncuları serisi, Paul Cézanne, 1890-95.

Diğer yandan varoluşçuluk, algı sorunlarıyla ilgilenen bir bilgi teorisi olan fenomenoloji ile de yakından ilişkilidir. Fransız felsefeci Maurice Merleau-Ponty, fenomenoloji ve görsel sanatları etkisi altına alan, varoluşçu fenomenolojinin temsilcilerindendir; Ponty 1945 tarihli “Cezanne’s Doubtmakalesinde Paul Cezanne‘ın görsel algı fenomeni üzerine araştırmalarını incelemiş ve iki alanın birbiriyle olan ilişkisini ortaya koymuştur. Yine 1948’de yayınlanan “Anlam ve Anlamsızlık” adlı resim üzerine yazılarının toplandığı kitabı da bu konuda önemlidir.

Varoluşçuluk, özellikle soyut çalışan ressamlara, kişisel ifadelerini ortaya çıkarmayı sağlayan bir terminoloji sağlamıştır. Ama aynı zamanda figüratif çalışan ressamların ihtiyaçlarına da hizmet etmiştir, dolayısıyla varoluşçu düşüncenin sanattaki yansımalarına bakarken aslında ne biçim, teknik kullanımı ne de renk, ışık kullanımı bakımından ayırt edici bir özelliğinin olduğunu söyleyemeyiz; varoluşçuluk daha çok ele aldığı konu bakımından sanatı etkilemiştir: bireyin varoluş(u) sorunu. 1959 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi‘nde düzenlenen “İnsanın Yeni Görüntüleri“, varoluşçuluğun sanata etkisini gösteren en dikkat çekici sergidir. Çeşitli uluslardan katılım sağlayan birçok sanatçının eserinde, insanlığın ikilemleri ve var olma çabası irdelenmiştir. Küratör Paul Tillich, sergi kataloğunda, “soyut veya nesnel olmayan resim ve heykellerde figür tamamen yok oluyor… çünkü insan insanlığını kaybediyor ve ürettiği şeyler arasında bir şey oluyor” diye yazar.

İnsanın Yeni Görünümleri sergisi, MoMA, NY.

Bununla birlike, savaş sonrasında ön plana çıkan sorunlar sanatçıların iç sıkıntılar ve bunalımlar yaşamaya başlamalarına neden olmuştur. Varoluşsal durumlar ortaya koyabilmek adına ideolojik dayanaklarını varoluşçulukta bulmuş, kişisel ifadelerini sanatsal yoldan sergilemekte yeni bir yol edinmişlerdir.

Egzistansiyalizmin sanatla ilişkisini daha yakından irdelemek için bu düşüncenin sanattaki çeşitli akımlara ve temsilcilerinin eserlerine nasıl yansıdığına bakılabilir. Amerikan Soyut Dışavurumculuk eserlerinde, İnformel sanatta, COBRA grubunun eserlerinde yabancılaşma ve insanlık durumu karşısındaki endişe temaları görülür. Yine aynı zamanda Fransız sanatçı Jean Fautrier, Germaine Richier ve Francis Gruber gibi; İsviçreli heykeltıraş Alberto Giacometti‘nin yanı sıra June Leaf, Francis Bacon ve Lucien Freud‘un çalışmalarında da varoluşçu düşüncenin izlerine rastlanmaktadır.

Francis Bacon

Francis Bacon‘ın, resimlerinde yarattığı atmosfer ve bu atmosfere yerleştirdiği insan figürleri göz önüne alındığında varoluşçu felsefeden etkilendiğini görürüz. Bacon’un 1944 yılına tarihlenen “Three Studies for Figures at the Base of a Crucifixion (Bir Çarmıhın Kaidesindeki Figürler için Üç Çalışma)” adlı bu ilginç triptik eserinde, savaş dönemi temalarının işlendiği görülür. Acı ve şiddet içinde olan, çığlık atar gibi görünen ve kıvranan yaratığa benzer insan figürleri onun varoluşçuluktan oldukça etkilendiğini gösteren betimlemelerdir.

Sanatçının bu tablosunda, Picasso’nun soyut figürlerinden etkilendiği de söylenir diğer yandan bu çalışma Bacon’ın olgunluk dönemi eserlerindendir ve bu eserinden sonraki yıllarda yine varoluşçu esintiler içeren, insanın hırpalanmış ve eziyet çeken iç dünyasını betimlemeye çalışmıştır. Bu çalışmalarından bir diğeriyse, Diego Velazquez’in 1650 yılında yaptığı “Pope Innocent X” eserine göndermede bulunan “Velazquez’in Papa X Innocent Portresinden Sonra Bir Çalışma” adlı eseridir. Bu eseriyle birlikte çoğu sanat eleştirmenince Bacon’dan en tipik varoluşçu sanatçı olarak bahsetmiştir.

Bacon, bu tabloda fiziksel varlığın kaybolması ya da yaşadığı bunalımları dikey fırça darbeleriyle destekleyerek tasvir etmiştir. Yine işlediği tema bakımından acı, korku, şiddet ve karanlık unsurlar barındıran bu tabloya ilk bakıldığında da varoluşsal imgeler göze çarpmaktadır. Bu tablo, boşluğa çığlık atan bir insan figürünün baskın duygusunu hatırlatır, varoluşçuluk tek bir cümle ile özetlenebilseydi, o da bu olurdu.

Lucian Freud

Yöntemde farklılık olsa da Lucian Freud da Bacon gibi insan varoluşunun yalnızlığını aynı motif aracılığıyla tasvir etmiştir: insan vücudu. Her iki sanatçı da resimlerini oldukça çarpıcı şekilde yabancılaşmış, eziyet çeken insanlığı yansıtmak için kullanır. Öte yandan Bacon, figürlerini hırpalanmış bir metamorfoza tabi tutarken Freud her zaman insan vücudunun görünümlerine bağlı kalmıştır. Bacon’ı büyük sanatçılardan biri olarak gören Jean Clair, “Picasso ve Bacon dışında, bedenin gerçekliği; güzelliğinde ve çirkinliğinde, gücünde ve kırılganlığında, çekiciliğinde ve iğrenmesinde ve bitmek bilmeyen acısında sapkın çarpıtma yöntemleriyle daha önce hiç bu kadar sert ve sevgiyle anlatılmamıştı.” şeklinde onun sanatının ve varoluşçu felsefeyle olan ilgisini dile getirmiştir.

Large Interior, Paddington adlı 1969 yılına tarihlenen ve kızını figür olarak kullandığı (yukarıdaki) eserinde Freud, bireyin yalnızlığına dair psikolojik bir tasvir sunar ve pastel renkler, katmanlı doku, salaş pozlar gibi detaylar modern insanın bulunduğu yabancılaşma durumunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Kadraj ve mekanın atmosferi, izleyicide uyandırılmak istenilen duyguyla bütünlük sağlamıştır.

Freud’un eserlerinden bir diğeriyse Yansıtma (Otoportre) adlı aynadan kendi otoportresini resmettiği çalışmasıdır. Freud, bu eserde diğer portrelerde olduğu gibi kendini de yalnız resmetmiştir. Aynadaki yansımasına yarı-karamsar yarı-şaşkın bakan figür oldukça yoğun duygular barındırır.

İnsanın var oluş problemi ve dünyadaki amacı gibi soru(n)lar, elbette 20. yüzyıldan önce de sanatta işlenen konulardır ancak bu yüzyıldan itibaren modern sanatla birlikte, sorunun ele alınış biçimi ve sanat eserlerinde bulduğu tezahür farklılık göstermiştir. Varoluşçuluk felsefesi, ortaya çıktığından itibaren birçok farklı sanat akımını ve sanatçıyı etkilemiş ve hala da sanatı etkilemeye devam eden önemli düşünce biçimidir. Sanatın var-olanla ve var-olanın sanatla ilişkisini inceleyen sanat ontolojisi de varoluşçuluk ile sanat söz konusu olduğunda önemli bir disiplindir ancak konu, bu yazının konusu olamayacak kadar derin bir konudur. Sanat bir tür amaçlama eylemi olarak varoluş sorununun çözümü olmasa da insanın dünyadaki eylemlerini, düşüncelerini büyük ölçüde etkiler. “Sanat ne kadar anlamsız veya anlamlı olursa olsun varoluşu doğrulamanın bir yolunu sergiler (Fallico:1962).

Sanatla kalın!

Kaynak

A. Fallico, “Art and Existensialism” (1962), Prentice-Hall, Inc.

F. Akdemir, “Kierkegaard’ın Felsefesinde Varoluşun Aşamaları ve İnanan Bir Varlık Olarak İnsan (2019)”, Felsefe Dünyası dergisi.

J. P. Sartre, “Varoluşçuluk” (2021), Say Yayınları.

“Existansiyalism in Modern Art“, theartstory.org, web, 05.04.2022.

spot_img
Esra Şahin
Esra Şahin
i am a thinker, not a talker.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Magnum Fotoğrafçısı Elliott Erwitt: Sıradışı Perspektif

Magnum fotoğrafçılarının yeni yazısında Elliott Erwitt'in hayatına ve eserlerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.

Star Wars Sith’in İntikamı: Bir Trajedinin Epik Kapanışı

Skywalker'ın öyküsü, galaktik düzenin çöküşünü, dostlukların sonunu ve aşkın trajedisini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Macbeth Sendromu: Hırsla Yoğrulan Bir Kimliğin Çöküşü

Macbeth Sendromu, bireyin hırs uğruna kimliğini ve vicdanını yitirerek psikolojik çöküşe sürüklenmesini anlatan patolojik bir durumdur.

You’ya Veda: Önceki Sezonda Neler Oldu?

You, beşinci sezonuyla son kez ekranlara gelirken, önceki sezonlarda neler oldu hatırlayalım.

Altı Çizilenlerde Bu Ay: Ahmed Arif | Hasretinden Prangalar Eskittim

Söylenti Edebiyat editörleri, Altı Çizilenler serisinde bu ay, doğum gününde, şiirin aykırı sesi, toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden, Türk edebiyatının benzersiz şairi Ahmed Arif'e yer veriyor!

Orta Çağ Avrupası’nda Evlilik, Boşanma ve Eğlence Kültürü

"Ben senin için yaşamayı göze aldım" diyenleriniz varsa, itinayla "Sıkıysa Orta Çağ'da yaşasana" diyebilirsiniz çünkü bu çağda yaşamak sanıldığından çok daha zor.

HBO Max’te İzleyebileceğiniz Yapımlar

İşte HBO Max'te izleyebileceğiniz yapımlar.

Exulansis: Anlaşılamamanın Getirdiği Vazgeçiş

Exulansis, kişinin anlaşılamayacağını düşünerek kendini anlatmaktan vazgeçişini konu alır.

Şahane Hatalar : Kendi Maceranı Kendin Yarat

Sadece hataların sonuçlarına odaklanmak yerine, bu hataların insanları nasıl şekillendirdiğini ve nasıl birer öğrenme fırsatı sunduğunu ele alan sıra dışı kitap: Şahane Hatalar.

Yahya Kemal Şiirlerinde Yedi Farklı Tema

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Türk edebiyatına hayalinden kelimeler armağan ve miras bırakan Yahya Kemal Beyatlı.