Sanatta Beden Olgusu ve Ana Mendieta’nın “Silüeta” Serisi

spot_img

İnsanın var oluşunun somut bir görüntüsü olan beden, geçmişten bu yana hem ideolojik bir kavram olarak hem de sanatsal bir ifade aracı olarak anlamaya çalışılan ve tartışılan bir olgu olmuştur. Öyle ki düşünce tarihine baktığımızda akıl-beden üzerine yapılan tartışmaların bir hayli kabarık olduğunu görebiliriz. Nitekim sanat ve sanat tarihi açısından da bu böyledir. “İlkel” zamanlardan bu yana bedenin kendisi ve beden formu, sanatın hem konusunu oluştururken hem de sanatsal üretimi icra edebilmek adına bir araç olmuştur. Bu yazıda beden sanatına bir bakış sağlarken aynı zamanda beden sanatını icra etmiş feminist bir sanatçı olan Ana Mendieta‘nın çalışmalarına odaklanacağız.

Sanatsal Pratikte Beden

E.H. Gombrich, ünlü kitabı Sanatın Öyküsü‘nde sanat tarihinin başlangıcı olarak kabul ettiği mağara duvarlarındaki resimlerden söz ederken, insan bedeninin hayvan postuna bürünmüş şekilde ifade edildiğini söylemiştir.* Elbette söz konusu mağara resimlerinin sanatsal kaygılarla ortaya konmadığı açıktır ancak burada önem teşkil eden şey; insanın kendini ifade etme aracı olarak beden imgesini kullanma dürtüsü olabilir. Bu ilk döneme ilişkin bir başka örnek, ilkel kabilelerin ayin ve törenlerde yüzlerini ya da vücutlarını farklı şekillerde boyama pratikleri verilebilir ki bunlar, beden sanatının ilk örnekleri olarak düşünülebilir.

Giovanni da Bologna Sabinli Kadının Kaçırışı 16 yy

Antik Yunan ve Roma dönemine baktığımızda, sanatsal pratikte doğayı en kusursuz haliyle taklit etme anlayışının hakim olduğunu ve beden olgusunun, özellikle heykelcilik alanında, güzellik arayışı ile yapılan çalışmalarda öne çıktığını görürüz. Ortaçağ döneminde sanat, diğer bütün her şey gibi dinin ve kilisenin himayesine girmiş, resimler genellikle dini konuları temsil etmiştir ve dolayısıyla Ortaçağ sanatında beden olgusu da bu duruma göre şekillenmiştir. Rönesans dönemine geldiğimizdeyse sanat, döneme hakim olan insan merkezci felsefe atmosferinden etkilenmiştir. Rönesans sanatında beden olgusu, Leonardo da Vinci, Michelangelo gibi ustaların resimlerinde ve çalışmalarında karşımıza çıkar. Bu dönemde özellikle anatomi, simetri, oran gibi kavramlar üzerinden estetik arayışının ortaya çıktığını ünlü ustaların resimlerinden anlayabiliriz. Rönesans resimlerinde Hristiyanlığın etkisiyle, günahkar beden tasvirleriyle de sık sık karşılaşılır ve insan figürleri genellikle mistik bir anlatının içinde tasvir edilir. Bununla beraber portre sanatı da o dönemde oldukça ilgi gören dallar arasındadır.

Michelangelonun Anatomi çalışmalarından 1511

Aydınlanma dönemiyle başlayan ve modernizmi takip eden süreçte, akılcı düşüncenin öne çıkmasıyla sanat da diğer birçok alanda olduğu gibi birtakım değişimlere tanıklık eder. Kilisenin öneminin azalması, kiliseler ve katedraller için yapılan dini resimlerin de azalmasına, gelenekten uzaklaşılmasına yol açmıştır dolayısıyla sanatta farklı düşünceler ve akımlar ortaya çıkmaya başlar. Beden olgusu da bu değişimleri takip eder. Bazen portre resimlerinde bazen günlük hayattan esinlenilen resimlerde bedenin temsili çeşitli biçimlerde tasvir edilmiştir.

Pablo Picasso Avignonlu Kızlar 1907

20. yüzyılın başlarında dünyada ve toplumsal hayatta yaşananlar, insanlık tarihine damga vurmuş ve dünyayı geri dönülemez bir biçimde değiştirmiştir. Bunların en önemlisi de kuşkusuz Sanayi Devrimi‘yle birlikte gelen teknolojik gelişmelerin yaşanmasıdır. Bununla birlikte bu yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı, insanların eskiye göre bambaşka farkındalıklar geliştirmesine sebep olmuştur. Bu iki olgu da sanatı derinden etkilemiş ve köklü değişimlerin yaşanmasına kaçınılmaz bir şekilde yol açmıştır. Bu dönemde Dadaizm, Fütürizm gibi politik ve eleştirel sanat akımlarının ortaya çıkışı tesadüf değildir. Ve bu sanat akımları Beden Sanatı’nın oluşmasını hazırlayan sürece ön ayak olmuşlardır.

20. yüzyılın sonlarına doğru, modernizm’in anlatılarına karşı gelerek onları yapıbozuma uğratma iddiasıyla ortaya çıkan postmodern dönem ise, beden olgusunun sanat alanında kullanılması açısından oldukça önemlidir. Kültürel, politik ve düşünsel dünyaları etkisi altına alan postmodernizm, ne modernizmden tam anlamıyla bir kopuştur ne de onun devamıdır.** Nitekim postmodern süreçte sanatın konu aldığı şeyler değişmeye başlamış, estetik kaygılardan uzaklaşılmış ve genellikle toplumsal ve siyasi konular sanatın odak noktası olmuştur. Irkçılık, cinsiyetçilik, toplumsal eşitsizliklerden medya ve sanat alanına kadar her şey sanatın konusu haline gelmiştir. Sanat ve hayatın arasındaki sınırların silikleşmeye başladığı bu dönemde bedenin sanattaki kullanımı, sanatçıların izleyiciye ulaşması ve hikayesini aktarabilmesi konusunda etkili rol oynar.

1980lerde Performans Sanatı

1960’larda, Batı’da ilk nüveleri oluşmaya başlayan postmodern süreçte, özellikle performans sanatı öne çıkar ve sözünü ettiğimiz beden sanatı da daha çok performans sanatı ve kavramsal sanata bağlı olarak değerlendirilir. Ancak bu dönemde bedenin sanattaki icra ediliş şekli, önceki dönemlere göre farklılaşma eğiliminde olmuştur. Gerek performans sanatlarında gerekse beden sanatında beden, bir imge olarak resimlerde tasvir edilmekten çok, artık vücudun kendisinin bizzat malzeme olarak kullanılmasıyla öne çıkmıştır.

Performans Sanatı’na ilişkin bir başka yazı daha okumak isterseniz Marina Abramović: Performans Sanatının Büyükannesi başlıklı yazıya da göz atabilirsiniz!

Marcel Duchamp, Cindy Sheerman, Andy Warhol, Jackson Pollock, Damien Hirst, Barbara Kruger, Yves Klein gibi ünlü sanatçılar bu yeni postmodern sanatın ve performans/beden sanatının önemli temsilcilerindendir. Onların çalışmaları sanat dünyasında birçok yönden eleştirilmiştir. Bununla beraber performans sanatının kapsayıcı bir niteliği vardır; Happening, Fluxus, Feminist Sanat gibi birçok akımı içinde barındırmıştır ve bahsettiğimiz gibi beden sanatı da bu kapsama dahildir. O dönemde sanatsal üretimde bulunan sanatçıların çoğu, dünyada olan bitene ve sanat piyasasındaki dinamiklere bir başkaldırı olarak, yani aslında ideolojik olarak bedenlerini doğrudan bir malzeme olarak kullanmanın kendilerini en iyi ifade etme biçimi olacağını düşünmüşlerdir. Gerçekten de beden üzerinde kurulmuş toplumsal baskılar, ideolojik kurgular düşünüldüğünde söz konusu sanatçıların düşüncelerini anlamlandırmak daha kolay olacaktır. Bedeni sanatsal bir dil olarak gören sanatçılar, onu toplumsal normların dışında, tüm doğallığıyla temsil etmeye çalışmış; bedenin biricikliğini, şimdi ve oradalığını izleyiciye en iyi biçimde yansıtmaya çalışmışlardır.

Yveis Kleinın The Heartbeat of France adlı video belgesel çalışmasından bir görsel 1961

Beden sanatında her şey bedenle birlikte malzeme olarak kullanılmıştır ve belki de bunun en uç örnekleri de o dönemde verilmiştir. Bu açıdan sanatçılar, özellikle de kadın sanatçılar çok kez eleştirilmişlerdir. Bunun yanında sanatçıların, video ve fotoğraf gibi tekniklerle de beden sanatını icra ettiklerini görebilmekteyiz. Bu sanatçılar arasında en ilgi çekici olanlarından biri de Ana Mendieta ve onun Silüeta‘larıdır. Mendieta, hem bedeni hem de doğanın kendisini farklı formlara sokup bir malzeme olarak kullanmış ve bunları fotoğraflayarak beden sanatına yeni bir perspektif getirmiştir.

Ana Mendieta’nın “Silüeta”ları

1948 yılında Havana’da doğan Mendieta, çocukluk yıllarını Küba’da ailesiyle yaşayarak geçirmiş ancak o dönemde Küba’da yaşanan devrim sırasında, ailelerinden koparılıp Amerika’ya gönderilen on dört bin çocuktan biri olmuş ve bundan sonra da hayatını her anlamda etkileyecek olaylara maruz kalmıştır. Amerika’da koruyucu ailenin yanına verilen Mendieta’nın henüz çok küçükken ailesinden ve ülkesinden koparılması onun sanatını derinden etkileyen olaylardan biri olmuştur. Mendieta’nın okul yıllarında, yaşadığı yerde maruz kaldığı ırkçılık ve taciz de sanatını etkilemiştir. Küçük yaşlarında ona “negro” denilmesini bir hakaret olarak görmüş ve sonrasında kendisini “non-white” (beyaz olmayan) şeklinde tanımlamasına neden olmuştur.

Ana Mendieta Yüz Tüyleri Nakli 1972

Ana Mendieta’nın çocukluk yıllarından itibaren zor geçen hayatı onun sanata yönlenmesine yol açmıştır; üniversite yıllarında resim sanatı ile ilgilenen sanatçı sonrasında kendini daha iyi ifade edebileceği bir alan aramaya koyulmuş ve performans sanatı ile tanışmıştır. Resim sanatının tek boyutlu olması onun sanatı için yeterli olmamıştır. İlk performans sanatı denemesinde ise Duchamp’ın, Mona Lisa tablosunu farklı bir perspektifle revize ettiği Mona Lisa’ya bıyık yaptığı çalışmasından etkilenmiş; arkadaşının bıyıklarını kendi yüzüne ekleyerek bunları fotoğraflamıştır. Bu deneyim onun için heyecan verici olmuştur çünkü bir şeyi başka bir şeye dönüştürerek ona bambaşka bir anlam katabiliyor olmak onun sanatı için önemlidir.

Mendietanın Silüeta serisinden

Mendieta’nın sanat anlayışı zamanla doğa ve dünya ile ilişki kurmak ve bu ilişki üzerinden bedeni ile bağlantı kurmak üzerine yoğunlaşmıştır. Ona göre sabit duran, değişmeyen ve yorumlanamayan sanat, herhangi bir gerçekliğe tekabül etmez. Mendieta, hem geçmişte yaşadıklarını hem de geldiği kökeni hiçbir zaman unutmamış, onlarla içten bir bağ kurmuş ve sanatı ile bunları kendine özgü başka bir gerçekliğe dönüştürmeye çalışmıştır. Sanatını icra ederken doğada bulunan birçok malzemeyi bedeni ile özdeşleştirip bir kompozisyon oluşturarak kullanmıştır. Mendieta’nın derdi hiçbir zaman estetik kaygılar olmamıştır onun sanatı, vücudun malzeme olarak kullanılmasıyla toplumsal tabulara ve şiddete, ötekileştirmeye karşı gerçekleştirilen romantik bir başkaldırıdır.

Mendietanın Silüeta serisinden

Onun 1974’te çalışmaya başladığı Silüeta serisi, belki de sanat anlayışını en iyi yansıtan çalışmasıdır. Silüeta serisindeki fotoğraflarında; doğum ve ölüm, var oluş ve yok oluş, doğa ile insan, toprak ile beden, ruh gibi kavramları kendi bedeni aracılığı ile irdelemiş ve sorunsallaştırmıştır. Aynı zamanda bu fotoğraflar aracılığıyla bedenini kadın kimliği üzerinden de sunar bu bakımdan çalışmalarının feminist bir yanı da vardır. Bedenini toprağın, taşın, çamurun, ateşin ya da buzun üzerinde varlıktan yokluğa sürüklerken ve onların üzerinde izler oluştururken izleyiciye bedenin nasıl akışkan bir kavram olduğunu aktarmaya çalışmıştır.

Mendietanın Silüeta serisinden

Silüeta çalışmasında Mendieta’nın, bedenini farklı formlarda var ederken bazı anaerkil kültürel ritüellerden de etkilendiği söylenmektedir. Bedeni ile toprak (ve onun diğer görünümleri) arasında özsel bir bağ kurarken diğer yandan bunu, etkilendiği anaerkil kültürler ve doğa-anaya geri dönen kadın bedeni metaforu aracılığıyla feminist bir perspektiften sunmuştur. Çocukken yaşadığı sürgünü, hayatının dağılan parçalarını doğa ile bütünleşerek içselleştirmiştir. Yaşamını varoluşsal açıdan sorgulayarak bunu sanatına yansıtmıştır. Eserlerinde sıklıkla karşılaştığımız beden imgeleri içinde boşlukların olması kuşkusuz tesadüf değildir; öteki olmanın onda yarattığı boşluklara bir atıftır. O, bu yolla kendi varlığını ve sanatını yeniden doğurmuştur.

Mendietanın Silüeta serisinden

Ana Mendieta, 1985 yılında, henüz 37 yaşındayken New York’ta yaşadığı apartmanın 34’üncü katından düşerek hayatını kaybetmiştir. Kendisi de bir sanatçı olan eşi Carl Andre ile ölmeden önce kavga ettikleri bilinse de Andre bu davadan beraat etmiştir. Ancak Mendieta’nın arkadaşları ve tanıdıkları onun intihar etmediğini ve Andre’nin Mendieta’yı aşağı ittiğini iddia etmişlerdir. Mahkeme ise Mendieta’nın sanatına bakarak onun intihara meyilli biri olduğu kararını vermiş; kendisini 34’üncü kattan atarak bedeninin yerde çıkaracağı izi, sanatının ve Silüeta serisinin son işi olarak değerlendirilmesi istediği şeklinde yorumlamışlardır. Mendieta’nın ölümünün ardından bazı feminist gruplar eylemler düzenlemişse de durum herhangi bir sonuca bağlanmamıştır.

Sanatla kalın!

Kaynak

*E.H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, (2019), Çev. M. A. Kılıçbay, İmge Yay:İstanbul.

**A. Antmen, 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar (2009), Sel Yay:İstanbul, s. 275.

A. Antmen (Ed.), Sanat/Cinsiyet (2018), İletişim Yay:İstanbul.

spot_img
Esra Şahin
Esra Şahin
i am a thinker, not a talker.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Star Wars Sith’in İntikamı: Bir Trajedinin Epik Kapanışı

Skywalker'ın öyküsü, galaktik düzenin çöküşünü, dostlukların sonunu ve aşkın trajedisini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Macbeth Sendromu: Hırsla Yoğrulan Bir Kimliğin Çöküşü

Macbeth Sendromu, bireyin hırs uğruna kimliğini ve vicdanını yitirerek psikolojik çöküşe sürüklenmesini anlatan patolojik bir durumdur.

You’ya Veda: Önceki Sezonda Neler Oldu?

You, beşinci sezonuyla son kez ekranlara gelirken, önceki sezonlarda neler oldu hatırlayalım.

Altı Çizilenlerde Bu Ay: Ahmed Arif | Hasretinden Prangalar Eskittim

Söylenti Edebiyat editörleri, Altı Çizilenler serisinde bu ay, doğum gününde, şiirin aykırı sesi, toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden, Türk edebiyatının benzersiz şairi Ahmed Arif'e yer veriyor!

Orta Çağ Avrupası’nda Evlilik, Boşanma ve Eğlence Kültürü

"Ben senin için yaşamayı göze aldım" diyenleriniz varsa, itinayla "Sıkıysa Orta Çağ'da yaşasana" diyebilirsiniz çünkü bu çağda yaşamak sanıldığından çok daha zor.

HBO Max’te İzleyebileceğiniz Yapımlar

İşte HBO Max'te izleyebileceğiniz yapımlar.

Exulansis: Anlaşılamamanın Getirdiği Vazgeçiş

Exulansis, kişinin anlaşılamayacağını düşünerek kendini anlatmaktan vazgeçişini konu alır.

Şahane Hatalar : Kendi Maceranı Kendin Yarat

Sadece hataların sonuçlarına odaklanmak yerine, bu hataların insanları nasıl şekillendirdiğini ve nasıl birer öğrenme fırsatı sunduğunu ele alan sıra dışı kitap: Şahane Hatalar.

Yahya Kemal Şiirlerinde Yedi Farklı Tema

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Türk edebiyatına hayalinden kelimeler armağan ve miras bırakan Yahya Kemal Beyatlı.

Kayıp Seslerden Yazının Öznelerine: Virginia Woolf’un Eserlerinde “Kadın” Teması

Woolf’un dilinde "kadın", tarihin dışına itilmiş bir sesin geri çağrılması, unutulmuş bir hakikatin dile gelmesidir.