Korku türünün ikonik kötü adamlarına baktığımızda herkesin aklına hemen hemen aynı karakterler gelir. Michael Myers, Leatherface, Freddy Krueger, Jason Voorhees, Chucky… Bu karakterlerin hepsi, korku sinemasının altın çağlarını yaşadığı 70 ve 80’li yıllarda; türün slasher adı verilen ve gençlerin maskeli bir yabancı tarafından sırayla katledildiği alt türü sayesinde seyirciyle buluşmuştur. Bu açıdan bu alt türün korku sineması tarihindeki yeri asla yadsınamaz. 80’li yılların ilk yarısına kadar altın dönemini yaşadıktan sonra slasher, kendisini oluşturan bu belli başlı eserlerin asla ilk filmleri kadar başarılı olamayan devam filmleriyle ayakta durmaya çalışmıştır. 1996 yılına kadar bu durum böyle devam ederken daha öncesinde The Last House on the Left (1972), The Hills Have Eyes (1977) ve A Nightmare on Elm Street (Elm Sokağı Kabusu, 1984) gibi unutulmaz korku filmlerine imza atan Wes Craven, oldukça hakim olduğu bu türe yeni bir soluk getirmiştir. Türün bütün kodlarını bilerek bunlarla dalga geçen, hatta bu kodları seyircisine “Bakın ben bir korku filmiyim!” diye bağırarak söylerken meta anlatı oluşturan Scream (Çığlık, 1996), türün yeniden doğması için bir umut olmuştur.
2000’e kadar geçen dört yılda üçlemeyi tamamlayan Craven, filmlerin hepsinde benzer bir formül kullandı ama bu durum, filmlerin kendilerinin farkında olan yapısı sebebiyle kopyacı bir monotonluk değil, köklerine saygı duyup kendinden ödün vermeyen kararlı bir yapı olarak algılandı. Süreleri gittikçe uzayan bu üç film, her bir eserde daha epik finallerle daha yenilikçi katiller ortaya sundu. Bunları yaparken de hem Hollywood’u hem de eleştirmenlerin korku filmlerine yönelik bakışını eleştirmekten geri durmadı. Serinin ikinci filmi, slasher filmlerin ortaya çıkmasıyla defalarca kez ele alınan bir konu olan ‘Filmler şiddete yönlendirir mi?’ tartışmasını iğnelerken üçüncü film, yakın zamanda Last Night in Soho’da (Dün Gece Soho’da, 2021) da izlediğimiz erkek egemen eğlence sektöründe kadının yaşadığı zorlukları yüzeysel de olsa eleştirdi.
2011 yılında çıkan ve Wes Craven’ın yönettiği son film olan Scream 4, o dönemin modern korku filmlerindeki aşırıcılığı ve ‘plot-twist‘ furyasını “Unexpected is the new cliché.” (“Beklenmeyen yeni klişe oldu.”) diyerek ele aldı. Serinin en şaşırtıcı katil ifşalarından birini yaparken ekranları yer yer kana boyadı, bağırsakları dışarı çıkardı. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte sabit hat yerine kısa mesajla kurbanlarına musallat olan bir katil portresi çizen film, medyanın niteliksiz insanları tanrılaştırması ile ilgili hala güncel olan söylemlerde bulundu.
Serinin yeni filmi Scream, ya da gayrıresmi adıyla Scream 5, Ghostface isimli katilin yeniden ortaya çıkmasını ve kısa bir süre sonra eski filmlerdeki karakterlerle aralarında çeşitli bağlar olduğunu öğreneceğimiz karakterleri öldürmesini konu alıyor. Wes Craven’ın yönetmen koltuğuna oturamadığı ilk film olan Scream’in kamera arkasında 2019’un en başarılı korku filmlerinden olan Ready or Not’ın (Saklambaç) yönetmenliğini yapan Matt Bettinelli-Olpin ve Tyler Gillett var. Komedi yönü yüksek ve slasher türüyle benzerlikler kurulabilecek bir senaryoda başarılı bir iş çıkaran bu ikili, serinin yeni filmi için oldukça uygun bir tercih oluyor.
Yazının bu kısmından sonra filmle ilgili sürpriz bozan detaylara yer verilecektir.
Requelde Hayatta Kalmanın Kuralları
Scream serisinin her filminde gördüğümüz en ikonik ritüel, hiç şüphesiz filmin en sinefil karakterinin o filmde nasıl hayatta kalınacağıyla ile ilgili monolog sahnesidir. İlk üç filmde bu kuralları (korku filminde, devam filminde ve üçlemede hayatta kalmanın kurallarını) Randy aracılığıyla öğrenirken Scream 4’da Sinema Kulübü’nün başkanları Charlie ve Robbie modern korku filminde hayatta kalmanın kurallarını açıklamıştı. Bu filmde ise bu gelenek Randy’nin yeğeni Mindy ile gerçekleşiyor ve Mindy bize Scream’in bir requel olduğunu söylüyor. Requel kavramı henüz jargona tam anlamıyla yerleşebilmiş bir kavram değil, o yüzden üzerinde durmakta fayda var.
Requel, film serilerinde meşaleyi daha genç kadroya devrederek seriyi yeniden başlatan rebootlar ile filmlerin lineer akışındaki devam filmleri olan sequellerin melezlenmesi ile elde ediliyor. Yani requeller, hem süregelen serinin akışına kronolojik olarak uyarak hikayeyi devam ettiriyor, hem de seriyi yeniden başlatmak, bir sonraki jenerasyona taşımak için genç karakterlerle yeni bir kıvılcım yaratmayı hedefliyor. Bunu yaparken de requeller, isimlerini asla bir serinin devamı olabilecek şekilde sayıyla ifade etmiyor ve doğrudan orijinal filmin ismini taşıyorlar. Korku sinemasında bu furyayı Halloween’in (Cadılar Bayramı, 2018) başlattığını söyleyebiliriz. Doğrudan 1978 yapımı ilk filmle aynı adı taşıyan ve aslında o filmin devamı olan film, gişede yakaladığı başarısıyla 2020’lerde yeniden doğumuna yavaş yavaş tanık olduğumuz slasher filmlerinin öncüsü oldu. Geçtiğimiz sene çıkan Candyman (Şeker Adam’ın Laneti, 2021) de benzer bir strateji izledi ve bu sebeple serinin beşinci filmi olan Scream’in de aynı yolun yolcusu olduğunu söylemek güç değil. Beyazperde yerine televizyon dünyasında hayranlarıyla buluşan Chucky’i (2021) ve bu sene Netflix çatısı altında izleyeceğimiz Texas Chainsaw Massacre’ı da dile getirmeden geçmeyelim.
Mindy, monoloğu sırasında requellerin aslında ilk filmin matematiği ve hikaye akışı açısından aynısı olduğunu fakat karakterlerin yeni jenerasyon olduğunu söylüyor. Ayrıca bu filmlerin orijinal eser kadar ciddiye alınmak için radikal adımlar atmaktan geri durmadıklarından bahsediyor. Legacy character denilen orijinal esere ait karakterlerin bu filmlerde yer aldıklarını ama asıl amaçlarının meşaleyi yeni nesle devretmek olduğunu söylüyor. Scream de bu tanımı birebir uyguluyor. Özellikle Scary Movie (Korkunç Bir Film, 2000) sonrası korkutuculuğunu kaybeden ve daha çok parodi sahneleri ile popüler kültürde anılan Ghostface karakteri, dördüncü filmde kurbanlarının bağırsaklarını çıkararak namını biraz düzeltmiş olsa da asıl korkutuculuğunu bu filmde geri kazanıyor. Filmle ilgili en radikal karar da bu noktada alınıyor. Serinin en sevilen karakterlerinden Dewey’in öldürülme sahnesi grafik şiddet olarak rahatsız edici bir noktaya taşınmayıp sadece dramatik etkiye hizmet ediyor ve filmin seyirciyi en çok etkisi altına alan sahnesi oluyor. Bu kararla birlikte diğer efsane karakterler de hikayeye dahil olacak motivasyonu bulup hikayeyi yeni nesle aktarmak için yerlerini alıyorlar.
Yükseltilmiş Korku Dünyasında Yeni Bir Temsilci
Scream, her zaman klasik korku filmlerine oldukça fazla göndermede bulunan bir seri olmuştur. Bunu hem kültleşmiş sahneleri yeniden canlandırarak hem de doğrudan filmleri diyaloglar içerisine yerleştirerek yapar. İlk filmin açılış sahnesinde Ghostface’ın kurbanına sorduğu “En sevdiğin korku filmi nedir?” sorusuyla başlayan bu korku filmi hayran servisi yıllar boyu devam etse de bahsi geçen filmler bugüne kadar hep aynı kalmıştı. Korku filmi kodlarıyla ilgili çok fazla sahne içerse de aslında korku filminin sadece spesifik bir alt türüne, girişte bahsettiğimiz slasher’a yönelik hayran servisiydi bunlar. 2011 yılındaki devam filminde bile odak her zaman Halloween’de veya Friday the 13th’deydi. Beşinci filme geldiğimizde ise bu durum değişiyor ve Scream, korku sineması üzerinde süregelen bir tartışmaya tam ortasından dahil oluyor: Elevated horror yani yükseltilmiş korku.
Korku türü; sinema otoriteleri tarafından uzun yıllar boyunca ciddiye alınmadı, sadece bir eğlence aracı olarak görüldü. Son on yılda çıkan The Babadook (Karabasan, 2014), The VVitch (2015), It Follows (Peşimdeki Şeytan, 2014), Get Out (Kapan, 2017), Hereditary (Ayin, 2018) gibi eserler korku sinemasının da hem sanatsal kaygıları hem de derin psikolojik mesajları olan bir tür olduğunu bu otoritelere gösterdi. Korku sineması son yıllarda yeniden yükselişe geçti, festival seçkilerinde yer almaya ve önemsenmeye başladı. Bu korku ‘alt türüne’ de yükseltilmiş korku adını verdiler. Fakat korku sineması hayranları bu kavramın varlığını reddetti ve bunu yaparken korku sinemasının her zaman derin mesajlar içerdiğini ve sanatsal bir kaygı ile çekildiğini söylediler. 1920 yapımı Das Cabinet des Dr. Caligari’de bile şu an yükseltilmiş korku olarak kabul edilen karakteristikleri görmek mümkün. İşte Scream de tam bu noktada tartışmaya dahil oluyor ve hangi tarafta olduğunu gösteriyor.
Slasher alt türü günümüzde tabi ki yok olmuş değil veya korku sineması sadece yükseltilmiş korkunun tekeline geçmiş değil. Demin de bahsettiğimiz gibi birçok slasher kötüsü 2020’li yıllara damgalarını vurmak için tek tek geliyorlar. Geçen sene çıkan Fear Street (Korku Sokağı, 2021) serisi de bu türe yönelik bir aşk mektubu sundu ve Netflix nesline belli başlı kalıpları aşılamayı başardı. Bu noktada Ghostface’in yükseltilmiş korkuya yönelik bu savaşta kendi alt türüne büyük yardım sağlayacağı aşikar. Her ne kadar filmin açılış diyalogunda Tara, yükseltilmiş korku filmlerini Scream evreninin kendi korku serisi olan Stab filmlerine tercih ettiğini söylese de kendisi bir slasher filminin içinde ve bunu en kısa sürede korkunç şekilde deneyimleyecek.
Hayran Çağının Ghostface’i
Filmde de bahsedildiği gibi Stab (veya Scream) filmlerinin en önemli özelliği tek bir Michael Myers ya da tek bir Jason Voorhees’in olmaması. Ghostface bir karakter değil; bir kimlik, bir maske. Her filmde bu maskenin altında bambaşka motivasyona sahip bambaşka karakterler oluyor ve bu durum Scream serisinin bir “Katil Kim Slasher’ı” olmasını sağlıyor. Hatta bu durum filmde; Stab serisinin son filminin yönetmenliğini, son dönemin en başarılı Katil Kim filmi olan ‘Knives Out’un yönetmeninin‘ yapmasıyla esprileştiriliyor. Seri boyunca babasının intikamını almak, kendi korku filmini çekmek ya da ünlü olmak isteyen birçok katil gördük. Bunun yanı sıra film, gerçek katili gizlerken her zaman seyircinin kuşkulanacağı şüpheli bir karakter de yaratıyordu. Ghostface maskesi çıkana kadar katilin başka biri olduğuna, filmin katili çok fazla açık ettiğine ve bir seyirci olarak hikayeden daha zeki olduğumuza inanırken maskenin çıkması ve katilin tahmin edilemez motivasyonunu anlatmasıyla şaşırırdık. Yeni Scream, seyircisini jumpscare beklerken dalga geçercesine şaşırtan ve hiç beklemediği anlarda da yerinden sıçratan, zekice esprileri ve göndermeleriyle oldukça başarılı bir eser fakat katilleri ne yazık ki serinin en zayıfı.
Scream; ilk dört filmin aksine, filmin gelişimi boyunca seyirciye hiçbir potansiyel şüpheli sunamıyor. Böyle bir karakterin eksikliği, seyircide herkesin katil çıkabileceği hissiyatı yaratıp katili gördüğümüzde yaşayacağımız şaşkınlığı tam anlamıyla baltalıyor. Buna ek olarak, katillerden birinin ‘erkek arkadaş’ çıkması bir yandan ilk filmle aynı formülü işlemesiyle requel olma özelliğini güçlenirse de filmden belki de tek orijinallik beklediğimiz noktasında hayallerimizin boşa çıkmasına neden oluyor. Buna rağmen katillerin motivasyonunun, özünü kaybeden Stab serisinin yeniden eski başarısına kavuşması için ortaya gerçeklerden esinlenilecek bir katliam çıkartmak olması; filmin köklerine uyumlu, meta anlatıyı güçlendiren bir tercih oluyor. Eserlerin yaratımında yaratıcı ekibin fikirlerinin değil, hayranların beklentilerinin dikkate alınması gerektiğini (!) gösteren bu durum günümüz eğlence sektörüne oldukça uygun bir mesaj oluyor.
Scream, şu ana kadar eleştirmenlerden oldukça iyi yorumlar aldı ve izleyiciler tarafından beğenildi. Gişe yapan her filmin seriye dönüştürüldüğü bu dönemde, umarız Scream her zaman eleştirdiği Hollywood’un açgözlülüğüne kapılmaz ve sataşması gereken yeni bir korku akımı çıkana kadar hatıralarımızda yaşamaya devam eder.