Şiddetin doğasını anlamaya yönelik girişimlerin iki farklı perspektife yayıldığı söylenebilir. Bunlar şiddetin kaynağını içgüdülerde arayanlar ve şiddetin kaynağını dışsal koşullara atfedenlerdir. Bu yazıda şiddetin kaynağını içgüdülerde arayanlara kısaca değineceğiz.
Libodo‘dan Thanatos‘a
Şiddetin kaynağını amansız ve dizginlemesi zor içgüdülere dayandıranlar arasında en önemli isim kuşkusuz Sigmund Freud’tur. Freud, şiddeti ele alırken birbirine zıt iki kavram üzerinden tartışma yürütür. Bunlar ölüm (thanatos) ve yaşam (eros) içgüdüleridir. Ne var ki Freud, böyle bir ayrıma gitmeden önce birçok olguyu açıklarken her şeyden üstün tuttuğu libidoya (cinsellik) ve kendini savunma içgüdülerine başvurmaktaydı.
Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerinin ardından Freud’un bu düşüncesi de değişmeye başlamış ve Freud insanın kendini koruma içgüdüsünden ziyade saldırganlık içgüdüsüne sahip olduğunu ileri sürmüştür (Akt. Erdem, 2020: 1203). Bu tür bir düşünce Freud’u, özellikle yaşanan çatışmaların, insanların kendi ölümlerine inanmayan ve yabancıların öldürülmesi gerektiğine inanan ilkel canlılara geri döndürdüğü fikrine giderek yaklaştırmaktaydı. Bir bakıma bu düşünce bir yabancıyı katletme arzusuydu (Freud, 2016: 54).
Freud’a göre yaşamın ortaya çıkışı, ölüme ulaşma arzusunu da beraberinde getirmektedir (2011: 99-100). O hâlde belki de Freud için yaşamı anlamlı kılan şey ölüm içgüdüsüydü. Bu bağlamda bireyin yaşamı en temelde ölüm ve yaşam içgüdülerinin çatışma alanıdır (Fromm, 1990: 48).
Canlı bir organizmanın başlangıç durumuna yani inorganik formuna dönmeye istekli olduğu fikri, Freud’a oldukça tutarlı gelmekteydi. Bu çelişkiyi ise “yineleme zorlantısı” adını verdiği durumla açıklamaya çalışır. Ayrıca eskiye dönmenin; eskiyi muhafaza etmenin, yinelemenin haz ilkesiyle uyumlu olduğu da yine Freud tarafından belirtmektedir (2011: 46-47). Ona göre “..[T]üm yaşamın hedefi ölümdür. Bunu tersinden alırsak da şunu söyleyebiliriz: Cansız varlıklar, canlılardan önce vardı” (Freud, 2011: 48). Dolayısıyla “yineleme zorlantısı” ile ölüm içgüdüsü arasında doğrudan bir bağ olduğu söylenebilir; zira canlı bir organizma için inorganik biçime dönmek de haz veren bir durum olabilmektedir.
Bununla birlikte kendini Eros’la var eden Thanatos (ölüm iç güdüsü), saldırganlık olarak açığa çıkar. Freud’a göre insan, ölüm içgüdüsünü dış çevreye yansıtarak ve onu kendi bedenini yok etmekten alıkoyarak varlığını devam ettirebilmektedir. Ona göre insan, temelde kendisine zarar vermek adına içgüdüsel bir istek duyar, ancak bunu güçlü bir benlik yapısı sayesinde engeller (Yavuzer, 2013: 48). Böylece insan, ölüm dürtüsünü kas organı aracılığıyla kısmen veya tamamen dış dünyaya aktarır ve böylece “yıkıcı dürtü” olarak ifade edilen durum ortaya çıkar (Freud, 2011: 100). Ölüm içgüdüsü kendi kendini yok eden bir dürtüdür; ancak bu dürtü bastırılır ya da dış çevreye aktarılarak sonucunda saldırganlık olarak adlandırılan davranış ortaya çıkmaktadır (Fromm, 1993: 35). Freud’a göre “insanlar sevgi arayan nazik, bununla birlikte saldırı altındayken kendilerini savunmayı becerebilen yaratıklar değildir; kuvvetli bir saldırganlık arzusunun da insanların içgüdüleri arasında bulunduğu kabul edilmelidir” (2017: 100).
Şaşırtıcı bir şekilde yıkıcı arzu (ölüm dürtüsü) kendini gerçekleştirmekle kalmaz aynı zamanda kendisinin tam karşıtı olan Eros’a da hizmet eder (Freud, 2011: 100). Bu durumda ölüm içgüdüsünün, yaşam içgüdüsünün yani Eros’un arzuladığı bir varış noktası olduğu kadar ulaşmak istediği bir hazdır. Kaldı ki Freud’a göre de libidonun hedefi zaten hazza ulaşmaktır (2011: 103). Haz ilkesinin gereği olarak libido doyuma ulaşmak ister, yani hoşnutsuzluk yaratan -insanın kendine zarar verme içgüdüsünden gelen- gerilimlerden kurtulmak ister. Bunun için sürekli olarak yeni boşaltım yolları arar.
“Saldırganlığın Sıradanlığı”
Freud sonrasında şiddeti içgüdülerle bağdaştıranlar da yok değil. Örneğin aslen etnolog olan Konrad Lorenz de saldırganlık davranışını ve sonucunda açığa çıkan şiddet eylemini hayvanlar üzerinden yaptığı gözlemlerle incelemeye çalışır. Lorenz (2008), İşte İnsan (Saldırganlığın Doğası) adlı eserinde, hayvanlar arasındaki saldırgan davranışların temel nedeninin, insanlardaki saldırganlık dürtüsünün de nedeni olduğu görüşünü savunmaktadır. Lorenz, her şeyden önce saldırgan davranışın, gelecek nesli koruma, rekabet sayesinde seleksiyonu gerçekleştirme ve kullanılabilir yaşam alanları üzerinde dağılımı dengeleme gibi üç işlevi olduğu ifade eder (2008: 87).
Lorenz’in analizlerinde dikkat çeken husus kendi deyimiyle saldırganlığın kendiliğindenliğidir. Saldırganlığın sıradan ve kendiliğinden açığa çıkıyor olması demek onun hiçbir dışşal kuvvet sonucu yani tepkisel bir eylem olmadığının göstergesi ve dolayısıyla da içgüdüsel bir eylem olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca saldırganlığı tehlikeli kılan da saldırgan davranışın sıradan (spontane) olmasından kaynaklanmaktadır (Lorenz, 2008: 98).
Lorenz, insanlardaki saldırganlık dürtüsünün hayvanlarda olduğu gibi türü korumaya yönelik, rekabet olasılıkları gibi bir içgüdü olduğu fikrindedir. Dahası bu içgüdü “insanın bağrından kendiliğinden kopup gelen bir içgüdüdür” (Lorenz, 2008: 98-99). Öte yandan Lorenz, insanların kanına işlemiş bu içgüdüsel saldırganlığın tehlikesinin de farkındadır. İnsanlık kendi türünden olmayanlar üzerinde hakimiyet kurmakla yetinmemiş, bunun da ötesine geçerek “homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) deyimiyle neredeyse kendi türünün düşmanı haline gelmiştir (2008: 85).
“Psikopatolojik Bir Durum“
Freud’un izinden giden bir başka isim de Erich Fromm’dur. Her ne kadar Freud, insan yaşamını bu iki içgüdüye dayandırıyor olsa da Erich Fromm bu düşünceyi değiştirmeyi önermektedir. Fromm için ölüm ve yaşam arasındaki diyalektik, yaşam içgüdüsünün kendini gerçekleştiremediği zaman ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Freud’un ölüm içgüdüsü dediği şey, aslında Eros’un ortaya çıkamadığı durumda var olan hastalıklı bir olgudur. Dolayısıyla ölüm içgüdüsü biyolojik değil, psikopatolojik bir durumdur. Bu açıdan Fromm için yaşam içgüdüsü birincil yeti, ölüm içgüdüsü ise ikincil yetidir (1990: 48-49).
Fromm, tam da bu noktada psikopatolojik durum olan ölüm içgüdüsünü var eden durumların ne olduğunu ve bunların engellenmesi gerektiği durumları da sıralamaktadır. Özellikle çocukluk yaşlarından itibaren yaşam sevgisinin gelişimine katkıda bulunacak çevresel koşullara –sevgi dolu bir aile ve toplum, özgürlük, güvenlik, adalet, tehlikesiz yaşam, yaşama sanatını öğretecek bir önder vs.- dikkat çekmektedir. Bu koşulların tersi her gelişmede ölüm içgüdüsü kendini gerçekleştirme fırsatı bulacaktır (Fromm, 1990: 50-51). Kaldı ki ölüm içgüdüsü ölümseverlikle yakından ilintilidir. Fromm’a göre insanlardaki şiddete yatkınlık içinde barındırdıkları ölüm sevgisine dayanmaktadır. Ölümsever kişi dolaylı yoldan şiddeti de sevmektedir (1990: 37). Ancak ölümseverlikle ilgili daha fena olan bir gerçek varsa, o da ölümseverlerin dışında kalanların ölümseverlerin peşinden gitmeleridir. Ölümseverlerin dışındakiler ölümseverden korkarlar ve ona hayranlık beslerler. Daha da korkunç olanı ise onu bir kurtarıcı, iyi yürekli, babacan biri olarak görmeleridir ki onun peşinden gitmelerinin en açık nedenidir (Fromm, 1990: 38).
“Tükenmez Meme Fantezisi“
Saldırganlığın ortaya çıkışını ele alan bir başka isim de Haset ve Şükran kitabıyla Melaine Klein’dir. Klein de konuya Freudyen bir bakış açısıyla yaklaşmakta ve saldırganlığın içgüdüsel olduğunu ve bunun yaşamın ilk evrelerinde yani bebeğin annesiyle kurduğu ilk ilişkilerinde bile görülebileceği fikrindedir.
Klein’e göre doğumdan önce anne karnında bebeğin tüm ihtiyaçları karşılanmakta, ancak doğum sonrasında ise bebek, ihtiyaçlarının giderilememesi, benliğinin yok edilmesi ve zulmedilme kaygısı yaşamaya başlamaktadır. Bu kaygı (benlik üzerinde yıkıcı itkilere neden olabilen) yaşam ve ölüm içgüdüleri arasındaki mücadelede belirleyici olabilmektedir. Dolayısıyla doğum sonrası anne ve memeyle kurulan ilk ilişki oldukça önemlidir (Klein, 2011: 20-21).
Kleine göre bebek anneyle kurduğu ilk ilişkide, önce memeden sonra da anneden bu benliğindeki yıkıcı itkileri gidermesini arzulamaktadır. Doğumdan sonra gelişen kuvvetli ya da kuvvetsiz olabilecek bu ilişkide[1] bebek, memeyi sadece bir nesne olarak algılamaz, aynı zamanda tüm içgüdüsel arzularını ve bilinçdışı fantezilerini de gidermenin bir aracı olarak görür. Dolayısıyla bebek, kendi bünyesiyle memeyi olabildiğince içselleştir ve zihninde tükenmez bir meme fantezisi oluştur (Klein, 2011: 21-22,26). Bir anlamda bebeğin amacı sonsuz beslenme ve aslında sonsuz hazza ulaşmaktır. İşte bu noktada Klein, saldırgan davranışın ortaya çıkışını, yani bütün arzularının yöneldiği memenin yokluğunu haset kavramıyla anlatmaya çabalar. Öncelikle haset kavramı sözlüklerde kıskançlık ve çekememezlik kelimeleriyle anlam buluyor olsa da Klein için durum bunun da ötesindedir. Ona göre haset:
“…arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya ve kirletmeye yönelir” (2011: 23).
Böylece haset, saldırganlığın ve yıkıcılığın kaynağı haline gelmektedir. Haset, hiçbir zaman tatmin olmamayı beraberinde getirir; bununla da kalmayıp benliğindeki kötülüğü annesine ve memesine yansıtır, annenin yaratıcılığını bozar, onu tahrip eder (Klein, 2011: 23-24).
Haset, bir başka deyişle yıkıcı itkilere neden olan şey, hazzın ve yol açtığı şükran duygusunun engellenmesidir. Yani, ilk nesne olarak görülen, anne ve tükenmez memenin yokluğudur. O hâlde diyebiliriz ki bebeğin tüm ihtiyaçlarını karşılayan, onunla da kalmayıp bebeğin içgüdüsel tüm arzularının boşaltım yolu olan nesnenin kaybı, saldırganlık olarak karşılık bulmaktadır.
[1] Bu aşamada bebek iyi meme kötü meme ayrımı yapmaktadır. Bebeğin yeterli bakım görüp görmediği, annenin bu bakımdan keyif duyup duymadığı ve bakım dönemlerinde kaygı duyma düzeyi, bebeğin iyi meme kötü meme ayrımı yapmasını etkilemektedir (Klein, 2011: 21).
Kaynakça
Erdem, N. M. (2020). Medya İçeriğinde Şiddetin Sunumu Üzerine Argümantatif Bir
Çalışma. MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(2), 1198-1217.
Freud, S. (2011). Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd (3 b.). (A. Babaoğlu, Çev.) İstanbul:
Metis Yayınları.
Freud, S. (2016). Savaşın ve Ölümün Güncelliği. (Ç. Tanyeri, Çev.) İstanbul: Telos
Yayınevi.
Freud, S. (2017). Mutluluk Dediğimiz Şey. (P. Demirel, Çev.) İstanbul: Aylak Adam
Yayınları.
Fromm, E. (1990). Sevginin ve Şiddetin Kaynağı. (Y. Salman, & İ. Nalân, Çev.)
İstanbul: Payel Yayınları.
Lorenz, K. (2008). İşte İnsan (Saldırganlığın Doğası Üzerine). (V. Atayman, & E. T.
Güney, Çev.) İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.
Klein, M. (2011). Haset ve Şükran. (O. Koçak, & Y. Erten, Çev.) İstanbul: Metis
Yayınları.
Yavuzer, N. (2013). İnsanın Saldırgan ve Yıkıcı Doğasını Anlamak. İstanbul Ticaret
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12(23), 43-57.