Bugün adlarından sıklıkla söz ettiğimiz, sinema tarihine damgasını vuran birçok film günümüzde pek çok kişinin sinemanın altın çağı olarak adlandırdığı 90’lı yıllarda yapılmıştır. 90’lı yıllar yalnızca kendi döneminin değil, bugünün ve yarının izleyicisine pek çok ikonik karakter, efsanevi replik ve güçlü hikâye miras bırakmıştır. Söz konusu filmler görsel olarak oluşturduğu tatmin duygusunun yanı sıra sinema tutkunlarına derinlemesine okumalar ve analizler yapabilme imkanını sunmaktadır. Öyle ki bu yazıda bahsedeceğimiz 10 film de dahil olmak üzere 90’lı yılların daha pek çok filmi bugün hala sinema okullarında okutulmaktadır.
10.The Silence of the Lambs (1991)
Yönetmenliğini Jonathan Demme’in yaptığı gerilim ve suç türündeki 1991 yapımı filmdir. Anthony Hopkins ve Jodie Foster başrolleri paylaştığı filmde Hopkins’in hayat verdiği Dr. Hannibal Lecter karakteri filmde çok kısa bir süre gözükmesine rağmen Anthony Hopkins’e en iyi oyuncu dalında Oscar heykelini kazandırmıştır. Filmin hikayesi iki karakterin çevresinde gelişir. Jodie Foster’ın canlandırdığı Clarice karakteri bir cinayet soruşturması üzerine çalışmaktadır ve kendisine bir nevi danışman olarak Dr. Lecter’ı tercih etmiştir. Elbette ki bu tercihin başlıca sebebi Dr. Lecter’ın da bir katil olmasından kaynaklanmaktadır. Soruşturmanın odağındaki asıl katil ise Buffalo Bill adlı insanların derisini yüzen bir seri katildir. Film gelişimini Dr. Lecter ve Clarice karakterlerinin yaptığı görüşmelerde göstermektedir. Görüşmelerin sonucunda ikili arasındaki ilişki de değişecektir. Ayrıca, Athony Hopkins canlandırdığı karakteri son derece gerçekçi yansıtmış ve FBI’ın söz konusu karakteri bir eğitim materyali olarak kullanmasına ortam hazırlamıştır.
9.The Shawshank Redemption (1994)
Senaryosunu Stephen King ve Frank Darabont’un ortaklaşa yazdığı filmin yönetmenliğini Frank Darabont yapmıştır. IMDB’nin top 250 listesinin zirvesindeki yerini senelerdir korumakta olan yapımın pek çok zaman tartışma konusu olsa da sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri olduğu gerçeği yadsınamaz. Film Tim Robbins’in canlandırdığı Andy Dufresne karakterinin eşinin ve yaşadığı yasak ilişkideki sevgilisinin çifte cinayetinden sorumlu tutularak hapishaneye gelişi ile başlar. Mahkumiyeti boyunca sürekli bir şekilde sözlü ve fiziksel tacize maruz kalan, belirli cezalara çarptırılan Andy yaşadığı zorluklar ne olursa olsun içindeki saf temizliği koruyabilmiş ve mücadelesini hiçbir zaman bırakmamıştır. Söz konusu duruma en iyi örnek bütün hapishane için gerçekleştirdiği klasik müzik dinletisidir. Andy umudunu her zaman korumuştur. Yalnızca kendi umudunu muhafaza etmekle kalmamış hapishanedeki çok yakın arkadaşı olan Red için de bir umut kaynağı olmuştur.
8.Pulp Fiction (1994)
Quentin Tarantino sinemasının başyapıtı. Oyuncu kadrosunda John Travolta, Samuel L. Jackson, Uma Thurman ve Bruce Willis gibi yıldızları toplayan film, sinema tarihinin kült yapımları arasındadır. Film üç farklı hikaye anlatmakla birlikte söz konusu üç hikayeyi tek bir film içerisinde birbirine dokundurmaktadır. Bu hikayelerden ilki Honey Bunny ve Pumpkin’in bir restoranda ani bir kararla başlayan soygunlarını anlatıyor. Zaman algısının yok olduğu filmde ancak finale gelindiğinde soygunun devamını öğrenebiliyoruz. İlerleyen dakikalarda bu kez Vincent Vega ve Mia Wallace’ın sürükleyici hikayesine tanıklık ediyoruz. Marsellus Wallace’ın Vincent Vega’ya emaneti olan Mia bu süreç akışında son derece umursamaz bir tavır takınıyor. Vincent başlarda Mia’nın bu umursamaz tavrına engel olmaya çalışsa da bir süre sonra kendisi de Mia’ya ayak uyduruyor. Böylece karakterlerimiz kendilerini adrenalin yüklü bir hikayenin içerisinde buluyorlar. Üçüncü ve son hikaye olarak ise bu kez sahneye Butch çıkıyor. Butch’ın hikayesi ise babasından yadigar kalmış olan bir saat peşinde gerçekleştirdiği bir takım eylemlere dayanıyor. Söz konusu eylemler neticesinde mücadele gerektiren süreç yeni bir hayatın başlangıcı ile sonuçlanıyor. Böylece belirli olaylar ve belirli karakterler ile birbirine bağlanan üç hikaye de tutarlı, akıllarda soruya yer bırakmayacak bir şekilde sona erdirilmiş oluyor.
7.Leon (1994)
Luc Besson’un hem senaristliğini hem de yönetmenliğini üstlendiği film günümüzün kültleşmiş filmleri arasındadır. Jean Reno, Gary Oldman gibi oyuncuların yer aldığı filmde ilk performansını sergileyen Natalie Portman da yer almaktadır. Henüz 13 yaşında olan fakat muazzam bir performans sergileyen Natalie Portman daha sonraları Evey, Nina ve Alice gibi karakterlere de göz kırpmaktadır. Filmin ana hikayesi trajik bir şekilde yolları kesişen Mathilda ve Leon karakterleri etrafında şekillenmektedir. Leon bir kiralık katildir ve işinde oldukça iyidir. Mathilda ve Leon birlikte yaşamaya karar verirler ve bir süre sonra aralarında karşı koyulması güç bir duygu uyanır. Artık duygusal yoksunluk içeren hayatları geride kalmıştır, birbirlerine sahiplerdir. Aralarındaki ilişkinin temeline saf sevginin gücünü alan karakterlerimiz kısa bir süre içerisinde yaşamlarını da bu sevgi etrafında şekillendirir.
6.Bravehearth (1995)
Mel Gibson’ın hem yönetmenliğini yaptığı hem de başrolünü oynadığı efsanevi filmdir. Film William Wallace önderliğindeki İskoç halknın Kral I. Edward’a ve İngiliz Krallığı’na karşı olan bağımsızlık savaşını anlatmaktadır. İzleyiciyi Britanya Adası’nın eşsiz doğal güzellikleri ile buluşturan film diğer bir yandan özgürlük ve mücadele gibi kavramlar üzerine düşündürtmeyi amaç edinmektedir. Oyunculuklarıyla, müzikleriyle ve gerçekçi savaş sahneleri ile akıllara kazınan film 5’i Oscar olmak üzere 34 adaylığın 34’ünde de ödüle layık görülmüştür. Günümüzde özellikle dönem filmleri için hala bir esin kaynağı niteliği taşımaktadır.
5.Seven (1995)
Baş rollerini Morgan Freeman, Brad Pitt ve Kevin Spacey’nin paylaştığı, yönetmenliğini David Fincher’ın yaptığı yapım 1995 yılında beyaz perdede yerini almıştır. Film başta oyunculuklar olmak üzere, hikaye ve sinematografi gibi pek çok alanda ilgiyi üzerinde tutmasını becermiş ve sinema tarihine damgasını vurmuştur. Hikaye, Somerset ve Mills adındaki iki dedektifin üstlendiği cinayet soruşturması etrafında şekillenmektedir. Cinayetler seri olarak John Doe adlı katil tarafından işlenmekte ve her biri farklı bir ölümcül günahı temsil etmektedir. Bunlar; Oburluk, açgözlülük, tembellik, haset, öfke, kibir ve şehvet olarak sıralanır. Her bir günah sıralı bir şekilde işlenen cinayetlerde yerini bulur. Geriye bir tek günah kalır ki bu dedektif Mills’in payına düşen günahtır. John Doe filmin sonuna gelindiğinde Mills’e gönderdiği bir kutu ile dedektifin öfkesini üzerine çeker ve böylece son günah ta yerini bulur. Söz konusu efsanevi sahne daha sonraları pek çok sinemasever tarafından “What’s in the box?” repliği ile hatırlanır.
4.La Vita E Bella (1997)
90’lı yıllara damgasını vuran diğer bir film ise Türkçe’ye “Hayat Güzeldir” adıyla çevrilen La Vita E Bella filmidir. Film II. Dünya Savaşı’nın başlangıcıyla birlikte hayatı değişen İtalyan bir ailenin Nazi Kampı’nda geçen zorlu süreci anlatmaktadır. Roberto Benigni kamera önünde Guido karakterini hayat verirken kamera arkasında yönetmenlik görevini üstlenmiştir. Guido, oğlu ile birlikte geçirdiği mahkumiyeti süresince içinde bulundukları durumu bir müsabakaya çevirir. Guido’nun yarattığı kurgusal müsabaka arenasında herkes bir şekilde istemsizce bu oyuna dahil olur. En azından Giosue’nin gözünde bu böyledir. Kampın zorlayıcı koşullarının büyük ödülü ise bir tanktır. Guido II. Dünya Savaşı’nın getirdiği mağduriyet ve yıkımdan oğlunu bu kurgusal müsabaka ile uzak tutmayı amaç edinmiş ve başarmıştır. Öyle ki ölüme giderken dahi Giosue’nin yüzüne gülümsemekten taviz vermemiştir. Böylece küresel bir savaştan ve onun etkilerinden oğlunu uzak tutmuştur.
3.F**** C*** (1999)
Yönetmen koltuğunda Seven’ın da yönetmeni olan David Fincher‘ın oturduğu, bünyesinde Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter gibi yıldızları barındıran 1999 yapımı film sinema dünyasının kült filmleri arasındadır. Oyuncuların sergiledikleri performansların yanı sıra film kapitalist dünya sistemine ve tüketim toplumuna getirdiği eleştirilerle büyük bir ilgi uyandırmıştır. Filmin ana karakterini canlandıran Edward Norton, içinde bulunduğu psikolojik rahatsızlık sebebiyle bir kişilik bölünmesi geçirir. Brad Pitt’in canlandırdığı Tyler Durden karakteri söz konusu kişiliğin bir yansımasıdır. Film sistemin kendi içerisinde barındırdığı beyaz yakalılardan biri olan ve aynı zamanda filmin anlatıcısı konumundaki Edward Norton ile Tyler Durden’ın uçaktaki tanışmaları sırasında aralarında geçen oksijen maskesi anektodu ile sisteme ilk eleştirisini getirir. Ayrıca, filmin ilerleyen sahnelerinde ikilinin kurduğu örgüt söz konusu eleştirinin somut bir örneğidir.
2.American Beauty (1999)
90’lı yılların bu filminde karşımıza bir aile dramı çıkıyor. Film Kevın Spacey’nin canlandırdığı hikayenin anlatıcısı konumundaki Lester Burnham karakterinin konuşması ile açılır. Lester, pek çok insanın özendiği bir hayatı yaşamaktadır: Güzel bir mahallede evi, kendi arabası, akşam yemeğine birlikte oturduğu bir ailesi ve işi vardır. Ancak, bu sistem içerisinde kendisinin bir özgürlüğü ve kişiliği yoktur. Hayatı alışkanlıkları dahilinde yaşamaktadır. Bu durum hikayenin ana çatışmasının doğmasına ortam hazırlar. Lester katıldığı bir etkinlik sırasında yan komşusunun tereddütsüz ve cesur bir şekilde kendi zevkleri için işinden ayrılmasına canlı olarak tanıklık eder. Söz konusu olay karakterimizi Amerikan Rüyası’ndan uyandırır ve kendi hayatında direksiyona geçmesi için teşvik eder. Bu durum Lester’ın hayatında pek çok değişikliğe sebep olur.
1.The Matrix (1999)
Hiç şüphesiz bilimkurgu dendiğinde belki de herkesin aklına gelen tek film Matrix’tir. Lana ve Lilly Wachowski’nin beraber yazıp beraber yönettiği film barındırdığı alt metinlerle, heyecan uyandıran aksiyon sahneleri ile dünya sinemasının en değerli filmlerinden biridir. Gerçek ile yanılsamanın iç içe geçtiği, robotlar ve insanların karşı karşıya kaldığı filmde ana karakterimiz Keanu Reeves’in hayat verdiği Neo karakteridir. Matrix robotlar tarafından yaratılan, insanların yaşamını sürdürdüğü yanılsama bir dünya modelidir. Öyle ki bu sözde dünyanın içerisindeki insanlar bulundukları Matrix’in, yanılsamanın farkında değillerdir. Robotların kurmuş olduğu sisteme adapte olmuş, uyutulmuşlardır. Neo’nun bu derin uykudan uyanışı ise Morpheus’tan kırmızı hapı alması ile gerçekleşir.
“Mavi hapı alırsan hikaye biter. Yatağında uyanırsın ve istediğin şeye inanırsın. Kırmızı hapı alırsan harikalar diyarında kalırsın. Ben de tavşanın deliğinin gittiği yerleri sana gösteririm.”
İyi seyirler!
Kaynakça
Wannart.com “Se7en 1995 Film Analizi”. Erişim: 25.10.2023. Web
birhikayesivar.medium.com “Mavi hap mı, Kırmızı hap mı? The Matrix Resurrections Üzerine Bir İç Hesaplaşma.” Erişim: 24.10.2023. Web
birdunyafilm.com “Pulp Fiction (1994): Postmodern Sinemanın En İyi Örneği.” Erişim: 25.10.2023. Web
Fil’m Hafızası. “Sahne Sahne Léon: The Professional”. Erişim: 25. 10. 2023. Web
Öne çıkan görsel: Web