Sezai Karakoç, Türk edebiyatının en önemli şair ve düşünürlerinden biridir. İslami diriliş fikrini edebi ve felsefi eserlerinde işlemiştir. Modern Türk şiirine mistik ve metafizik bir derinlik kazandırmıştır. Her zaman doğu ile batı medeniyetleri arasında bir köprü kurma çabasındadır. Sezai Karakoç’un hayatı, eserleri ve düşünce dünyası, Türk edebiyatı açısından son derece derin ve etkileyicidir. Sezai Karakoç denildiğinde ise akla ilk gelen Mona Rosa şiirine ve bu şiire ilham olan aşka değineceğiz.
Sezai Karakoç Kimdir?

22 Ocak 1933′ te Diyarbakır Ergani’de doğmuştur. Resmi kayıtlarda asıl adı Ahmet Sezai‘dir. Yaşadığı bölgede tanınmış bir aileye sahip olan Karakoç‘un ailesinin lakabı Leventoğulları‘dır. Dönemin şartlarına göre lakaplarını soyadı olarak alamayınca Karakoç soyadını tercih etmişler. Hatta ilk yazısında M.L yani Mehmet Leventoğlu‘nu kullanmıştır. Daha dört yaşındayken kendi kendine evdeki kitapları okuyarak okuma yazma öğrenmiştir. Sezai Karakoç’un hayatında bir şeyleri kendi kendine öğrenme önemli bir yer tutar. 1938 yılında yaşıtlarından önce okula başlar. Oyuna ve gezmeye fazla ilgisi olmayan Karakoç’un en büyük zevki okumaktır. Evdeki eski kitaplardan kendi kendine Osmanlı Türkçesi öğrenmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra Ergani’de ortaokul olmadığı için Maraş’a parasız yatılı sınavlarına girer ve kazanır. Ortaokulu okumaya Maraş’ta devam etmiştir. Ortaokul yıllarında da büyük bir aşkla okumaya devam eder.
Lise döneminde Büyük Doğu’nun sıkı takipçisi olur ve bütün ciltlerini okur. Lise ikinci sınıftayken okulda çıkan duvar gazetesine yazılar verir. Fransızcasını ilerletir ve çeviriler yaparmış. Bu dönem şiir yazmaya devam eder. Lise son sınıftayken Dernek dergisinde Ana-Oğul adlı ilk mensur şiiri 30 Kasım 1949’da yayımlanır. Sezai Karakoç‘un Büyük Doğu dergisine her zaman ilgisi olmuştur. Bu dergi kendi davası için önemli yer tutmaktadır. 1950 yılında Mehmet Leventoğlu imzasıyla Sabır adlı şiirini Büyük Doğu dergisine gönderir. O yıl şiiri derginin sayfalarında yerini bulur.
Üniversite çağlarına gelen Karakoç, İstanbul’a gidip Büyük Doğu dergisinde çalışmak ve orada felsefe okumak ister ancak babasının isteği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi veya İlahiyat Fakültesinde öğrenim görmesidir. Karakoç, babasının isteği üzerine daha sonradan burslu olarak siyasal bilgiler fakültesini kazanır ve Ankara’ya gider. O dönem Büyük Doğu dergisinin yöneticisi Necip Fazıl Kısakürek‘de Ankara’da bulunur ve Sezai Karakoç onunla tanışıp Büyük Doğu‘ya hizmet etmeye başlar.
Sezai Karakoç, İkinci Yeni şiir akımına dahil edilse bile o fikir akımı yönünden onlarla bir olmadığı için kendini hep ayrı tutmuştur. Karakoç’un Balkon şiirini Pazar Postası’na gönderen Cemal Süreya‘dır. Sezai Karakoç, sol görüşlü bir dergide şiirinin ve arkadaşına yazdığı mektuptan bazı bölümlerin yayımlanmasına başta çok sinirlense de ayrı bir forma gibi düzenlenen edebiyat sayfasının sanatı ideolojiden ayrı tutması ve Cemal Süreya ile Muzaffer Erdost‘un ısrarları sebebiyle burada yazmaya devam eder. Ancak kendisini İkinci Yeni şairleri arasına katmaz.
Sezai Karakoç‘un düşünce dünyasının merkezinde diriliş vardır. Bu kavram, sadece şiirlerinde değil, tüm düşünsel yapısında yer alır. Ona göre İslam medeniyeti, modern dünyanın karanlığı içinde sönmüştür, ama bir dirilişle yeniden yükselebilir. Karakoç, Batı medeniyetinin insanlığı maddi refah peşinde koşturarak maneviyattan uzaklaştırdığına inanır. Ona göre, İslam’ın sunduğu değerler insan ruhunu yeniden diriltecek, ona anlam kazandıracaktır. 1960 yılında çıkarmaya başladığı Diriliş Dergisi, onun düşüncelerini yaydığı bir platform oldu. Bu dergi, sadece edebi bir dergi değil, aynı zamanda genç entelektüellere bir yol gösterici niteliğindeydi. Dergi aracılığıyla İslami dirilişi savunan genç kuşak üzerinde derin izler bırakmıştır. Dergi açıldığı dönemden beri bir çok kez kapatılıp açılmıştır ancak 1992 yılında kesin olarak kapatılmıştır.
Sezai Karakoç, Türk edebiyatına ve düşünce dünyasına derin izler bırakarak, 16 Kasım 2021’de seksen sekiz yaşında vefat etmıştir. Karakoç’un diriliş fikri, sadece bir edebi akım değil, aynı zamanda bir dünya görüşüdür. Sezai Karakoç’un eserleri, Mona Rosa, Taha’nın Kitabı, Hızır’la Kırk Saat, İslam’ın Dirilişi, Yitik Cennet, hem edebi hem de düşünsel açıdan derin bir birikimi yansıtır.
Muazzez Akkaya Kimdir?

Muazzez Akkaya, Mona Roza şiirine ilham kaynağıyla olmasıyla bilinir. Muazzez Akkaya 1930 yılında Geyve’de dünyaya gelmiştir. 1949 yılında Kandilli Kız Lisesini pekiyi dereceyle bitirmiştir. Cemal Süreya ve Sezai Karakoç ile aynı fakülteden mezun olan Muazzez Akkaya, Maliye Bakanlığında stajyer memurluğuna tayin edilmiştir. Farklı dönemlerde Karayolları Genel Müdürlüğü ve Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünde çalışmıştır. Daha sonradan Ankara Hukuk Fakültesinde fark sınavı verip avukatlık sertifikası almıştır. 1960 yılında Maliye Bakanlığı hazine avukatı stajyerliği; sonrasında ise hazine avukatlığı yapmıştır. 7 Kasım 1958 tarihinde Orhan Giray ile evlenmiştir. Evliliğinden üç çocuğu olan Muazzez Akkaya mutlu bir evlilik sürdürmektedir.
Sezai Karakoç’un Platonik Aşkı: Muazzez Akkaya

Cemal Süreya ve Sezai Karakoç, siyasal bilgiler fakültesinden sınıf arkadaşıdır. Mülkiyede üç yıl yan yana oturan ikilinin ortak noktası sanat ve edebiyattır. Fakülte yıllarında ikisi de şiirler yazar ancak üslupları birbirinden farklıdır. Cemal Süreya’da her şeyden önce şiir gelir ve her şey onun şiirinin malzemesi olabilir. Bir konuda konuşulanları hızlıca dizelere dökebilir. Sezai Karakoç’ta ise fikir önce gelir ve bir konunun imgeleşmesi daha uzun zaman alır. Bu iki çok yakın arkadaş olan şairlerimiz onlarla aynı fakültede okuyan Muazzez Akkaya‘ya aşık olmuş ve Muazzez Akkaya için yazdığı şiirleri birbirlerine okumuşlardır. Sezai Karakoç pek fazla aşkını belli etmese de Cemal Süreya, Muazzez Akkaya’nın ceplerine şiirler sıkıştırırmış. Ardından sınıfa gidip tahtaya o şiiri yazarmış. Muazzez Akkaya bu şiirlerin ona ait olduğunu çok sonradan fark etmiş.
Herkesin bildiği üzere Cemal Süreya soyadından bir harf atmıştır. Hatta bunu bir şiirinin dizesinde bile dile getirmiş. Bunun üzerine iki iddia vardır. Bu iddialardan biri Cemal Süreya telefon numarası ezberleme konusunda girdiği bir iddia sonucu atmıştır. Hatta bu iddiayı şu cümlelerle ifade etmiştir:
“O zaman çok güvenirdim belleğime. Telefon numaralarını falan kaydetmezdim. Belki de kaydetmediğim için kalırdı. Ona dedim ki, eğer bu böyleyse, ismimden bir harf atarım dedim. Kaybedince, ismimde harf aradım, iki tane olandan birini atmak daha uygun geldi.”
Diğer bir iddia ise, Sezai Karakoç ve Cemal Süreya arasında var olan bir iddiadır. Söylenenlere göre iki arkadaş kendi aralarında kim daha çok Akkaya’ya yaklaşırsa diğeri bir şeyinden vazgeçecekmiş. Bir gün fakültenin kafesinde hep beraber arkadaşlarıyla oturan Karakoç ve Akkaya, arkadaşları gittikten sonra bir süre aynı masada baş başa kalmışlar. Bu süre zarfında onları gören Cemal Süreya soyadından bir harf eksiltmiş ve “y” harfini soyadından atmıştır. Muazzez Akkaya yıllar sonra bir bankanın reklam yüzü olunca bir röportaja katılır ve orda bu iddiayı şu dizelerle açıklar:
”Benimle gelip konuşmaya hiç çalışmadı. Bir iddiaya girmişler, onun sonucu soy isminden bir harfi attığı doğru. Hangimiz daha ileride olursak, diğeri bir şeyinden vazgeçecek diye iddiaya girmişler. Bu olay olduğunda Mülkiye’nin kafesinde arkadaşlarımızla oturuyorduk. Arkadaşlarım yanlarında Sezai Karakoç’la gelmişti. Aynı masadaydık. Sonra diğer arkadaşlar kalkıp gidince ve sadece Sezai Karakoç’la benim masada kaldığım anı görünce Cemal Süreya, soy isminden bir harfi sildirmiş. Bana böyle izah etmişlerdi.”
Mülkiye yıllarının en önemli hadiselerinden biri şüphesiz Mona Roza şiiridir. Karakoç‘un bu şiiri kaleme aldığı 1952 yılı, okul kitaplarında Yahya Kemal’in saltanatını devam ettirdiği, bunun dışında ise Orhan Veli tarzı şiirin çığ gibi büyüdüğü bir yıldır. Bu ortam içinde Karakoç, Mona Roza için uygun bir dergi bulamaz. Ona göre Büyük Doğu, davanın gazetesidir. Hisar ise yalnızca yeni serbest şiire tepkiden ibaret bir dergidir. Mona Roza‘yı Karakoç’un mülkiyeden bir arkadaşı şairden habersiz Hisar’a verir. Böylece bu şiir edebiyatımızda çok önemli bir figür haline gelir Ve herkes tarafından çokça ilgi görür. Sezai Karakoç şiiri “Muazzez Akkaya’m” akrostişiyle yazmıştır. Dolayısıyla herkesin aklına bu şiiri sevdiği kadına yazmış olduğu gelir. Karakoç, Hâtıralar‘ında bu şiirle ilgili tüm söylentilerin asılsız olduğunu belirtir. Mona Roza, o dönem itibarsızlaştırılan gül kavramını yeniden şiirimize dahil etmesiyle dikkat çekmiştir. Şairimiz her ne kadar böyle olduğunu söylese de bizce o bu şiiri Mona Rosa‘sına yani Muazzez Akkaya‘ya yazmıştır. Yetmiş yıla yakın bir sürede bu konu hakkında bir çok iddia ve rivayet öne sürülmüştür. Muazzez Akkaya yıllar sonra bir röportajında bu konuya açıklık getirmiş ve o şiirin ona yazıldığını kabul etmiştir.
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yüzleri
…
Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağlar
…
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
…
Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
…
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
…
Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
…
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
…
Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
…
Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
…
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
…
Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
…
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
…
Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
…
Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak
…
Şiiri okuduğumuzda yıllar boyunca niye bu kadar ses getirdiğini anlıyoruz aslında. O kadar güzel bir şekilde platonik aşkı ve yalnızlığı dile getiriyor ki insanın hayran kalmaması elde değil. Şair duygu ve düşüncelerini, varoluşun temelinde yatan yaratıcı inanışını, şiire mistik bir hava katarak ifade ediyor. Metafizik kavramlarını gelenekselci yaklaşımdan gelen tasavvufi bağlamda bir araya getirip bu sayede şiirini modern çağa uyduruyor. Hem batı hem de doğu kültürüne hakim olan Karakoç şiirlerinde iki kültürü sentezler. Zaten bunun bir örneği Mona Rosa‘dır. Mona kelimesinin anlamı tek, dilek, ulaşılmaz arzu, bir; Rosa kelimesi ise Latince kökenli rosé kelimesinden gelir ve anlamı güldür. Gül, divan edebiyatının başlıca imgelerindendir ve gülün çağdaş Türk şiirinde Osmanlı medeniyetinin kültürel birikimini temsil eden bir imge olduğu söylenebilir.
Mona Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Mona Rosa, siyah güller, ak güller!
Divan edebiyatında gül, sevgiliyi; bülbül ise aşığı temsil eder. Bülbül, gülün dalında durur ve onun güzelliğine övgüler dizer ancak durdukça gülün dikeni bülbüle batar ve onu kana bular. Kavuşmanın olmadığı bu aşkta güle kırmızı rengini veren de bülbülün kanı olur. “Kanadı kırık kuş” ise yine bülbüldür. Bu açıdan şu dizelere bakıldığında divan edebiyatının etkisi görülür.
Açma pencereni, perdeleri çek:
Mona Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Mona Rosa, ben öteliyim…
Açma pencereni, perdeleri çek.
Şiir, Leyla ile Mecnun eserine benzer yoldan türemiş ve modern Leyla ile Mecnun denemesi sayılmıştır. Şiirin devamında geçen “Açma pencereni, perdeleri çek / Seni görmemeliyim” kısmında Leyla ile Mecnun’un kavuşamaması, Mecnun’un sevdiğini görmeyişine benzer. “Öteliyim” diyerek farklı âlemlerin insanları oluşunu ve şairin poetikasında var olan metafizik âlemden bir diğerine seslenişi temsil eder. Yani şiire bütünüyle bakıldığında hem bir çile hem de özlem ve kavuşamama hali vardır. Bu hisler bir sevgiliye olabileceği gibi beşeriden ilahi aşka geçiş olan tasavvufi özellikte taşır. Başta insana olan aşk son dizeler ile ilahi aşka geçer. Tasavvufun vahdet-i vücûd kavramı burada nükseder. Leyla ile Mecnun hikâyesi gibi insana duyulan aşkın aslında yaratana olması, yaratılan ile yaratıcını ilişkisindendir. Geleneğin özelliklerini modern şiire bu şekilde aktarmaktadır.
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.
Bu dizede şiirinde dini bir erdem olan sabır temasını işlemektedir. Sevgili gözlerine bir baksa o aşkın derinliği, sonsuzluğu anlaşılacaktır. O zaman anlayacak işte ölüler neden yaşarmış. Şiiri okuduktan sonra Karakoç‘un bu platonik aşkı hemen insanın içine işliyor. Şiirde verdiği o derin anlam ve metafizik hemen anlaşılıyor. Yazıldığı dönemde neden bu kadar ses getirmiş, gizemini şimdiye kadar koruyup hala gündemde olmasını okuduktan sonra anlıyoruz.
Kaynakça: