Söylenti Edebiyat Editörleri Bu Ay Neler Okudu?

Editör:
Guşef Alhas
spot_img

Söylenti Edebiyat editörleri olarak her ay neler okuduğumuzu, nelerin altını çizdiğimizi mercek altına aldığımız serimizin şubat listesi ile karşınızdayız!

Guşef Alhas‘ın Önerileri;

1. Sevgili Michele – Natalia Ginzburg

“Yalnız, yersiz yurtsuz, başıboş ve aylak olduğun için para hiçbir şeyi çözmez. Ama hepimiz içimizde bir yerde yersiz yurtsuz ve başıboş yaşarız ve bazen aylaklık etmenin ve sadece kendi yalnızlığımızı solumanın cazibesine kapılırız, işte onun için her birimiz içinde bulunan o yere gidip seni anlayabilir.” (s. 148)

20.yüzyıl İtalyan edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Natalia Ginzburg, ülkemizde henüz tanınırlığını yeterli ölçüde sağlayabilmiş biri değil maalesef. Kendine has kurguladığı kalemi, anlaşılır bir üslupla birleşince ortaya tadından yenmeyen bir okuma keyfi çıkıyor. Birbirine benzer temalarda eserler kaleme alan Ginzburg, bireyin iç dünyası, dönemin İtalya’sı, aile bağları, dostluklar gibi okurların mutlaka kitabın içerisinde kendine yakın hissedecek bir nokta bulabileceği bir pencere sunuyor.

Aile içindeki mektuplaşmalardan oluşan Sevgili Michele, mektup sahibinin en derin duygularını gözler önüne seriyor. Mektupların aslında sözlerle dile getirilemeyen duyguları ön plana çıkarmak gibi bir özelliği olduğunu göz önünde bulundurursak bu kitapta da gerçek duyguların kelimelere dökülmesine şahit oluyoruz. Bu şahit olma hâli, okurun kitapla daha derin bağlar kurmasına da yardımcı oluyor. Ana karakterimiz Michele’i kitap içerisinde, anne, kardeşler ve arkadaşların mektuplaşmaları sayesinde tanıyoruz. İtalya’nın içinde bulunduğu süreçlerde siyasal olarak aktif rol oynayan Michele’in ailesinden uzak kalması, sürekli ülke değiştirmesi ve hayatını bir türlü düzene oturtamaması ise kitaptaki akışta en çok göz önüne çıkan nokta oluyor. Aile içerisindeki gizli duygular, göz ardı edilenler, sevgilerin uzaktan yaşanmak zorunda kalması, her bir karakterin kırılganlıkları, içsel çatışmaları gibi temalara değinen Sevgili Michele, bir çırpıda okunmasının yanı sıra karışık duyguları da aynı anda okura yaşatıyor. Tam olarak bu özelliği ile beni çok etkileyen kitap, Natalia Ginzburg’un İşte Böyle Oldu kitabından sonra okuduğum ikinci kitabı olmasına karşın kalemine bir kez daha hayranlık duymamı sağladı.

2. Karanlık Kız – Elena Ferrante

“Doğru insanın kalbi paramparça olur. Kendinle baş başa kalmaya tahammül edemezsin ve dile getiremeyeceğin düşünceler üretirsin.” (s. 124)

Elena Ferrante‘nin Napoli Romanları serisinin başlangıç noktası olarak adlandırılan Karanlık Kız, 2021 yılında Maggie Gyllenhaal‘ın ilk kez yönetmenlik deneyimini yaşadığı ve film festivallerinde ödüllerden ödüllere koşan bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Filmiyle adından çokça söz ettiren Karanlık Kız, oyuncu kadrosunda da Paul Mescal, Olivia Colman, Dakota Johnson, Ed Harris gibi ünlü isimlere de yer veriyor.

Napoli Romanları ile ismini sıklıkla duyduğumuz Elena Ferrante, serinin çıkış noktası ilan edilen Karanlık Kız romanında kadınların iç sesini kelimelere döküyor. Tatile çıkan kahramanın tatil sürecine eşlik ettiğimiz romanda, kahramanın hem etrafı ile olan ilişkilerine hem içsel çatışmalarına hem de annelik sürecini yeniden sorgulamasına şahit oluyoruz. Tatilde tanıştığı kişilerin çalkantılı hayatları ile kendi hayatı arasında bağ kuran kahraman, geçmişi ile bazı yüzleşmeler yapmak zorunda kalıyor. Gerek annesi ile olan ilişkisi gerekse kendi annelik deneyimleri, zihninde karmaşaya neden olurken bir taraftan da sıkışmış ruhunu ferahlatmak için gittiği tatilinin daha karışık bir hâle gelmesinin altında daha fazla eziliyor.

Kadın temasını eserlerinin başlıca konusu hâline getiren Elena Ferrante, kadınların toplumsal olarak içinde bırakıldıkları durumları, bu durumların kadınlar üzerindeki etkisini, içsel buhranlarını, ukde kalanları çok filtresiz bir şekilde kaleme alıyor. Kadınların sesi olan yazarları bir süredir ilgiyle takip ettiğim için Elena Ferrante’de bu listenin başında geliyor.

3. Bazen Bahar – Melisa Kesmez

“Birileri habire yazmış, birileri habire griyi vurmuştu duvara. Duvar bilmeden birilerinin yazılmamış tarihinin kaydını tutmuştu belli ki. Yazılmamış, reddedilmiş, görmezden gelinmiş bir tarihi cümle cümle hapsetmişti içine. Bir arkeolog gibi kaldırsak misal, her katmanı tek tek, titizlikle sıyırsak, altında neler bulurduk allah bilir. Yüzyıllık kaya katmanlarının arasındaki bir midye kabuğunu bulur gibi. Can acısının yok edilemeyen izleriyle doluydu şehrin duvarları. Ancak bir kazı orada saklananı çıkarabilirdi gün ışığına. Duvarın özüne doğru ilerledikçe keşfedeceğimiz her cümle, nice hikâyenin şahidi yapabilirdi bizi.” (s.19)

Çağdaş edebiyatımızın ilgiyle takip edilen genç yazarlarından biri olan Melisa Kesmez, yarattığı hikâyeler ile son zamanlarda isminden sıklıkla söz ettiriyor. 65.Sait Faik Hikâye Armağanı‘nı Nohut Oda kitabı ile kazanan yazar, 2015 yılında yayımlanan ikinci kitabı Bazen Bahar ile de 2017 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü‘nde mansiyon alarak edebiyat dünyasına başarılı bir giriş yapmış oldu. Hikâyelerini incelikli bir kalem ile oluşturan Kesmez, geçtiğimiz ay yayımladığı novella’sı Çiçeklenmeler ile de yepyeni bir tarz denediğini söylüyor.

Melisa Kesmez, Bazen Bahar‘da, ilişkilerin her türlüsüne tek tek değiniyor. Arkadaşlıklar, dostluklar, ilişkiler, aile ortamı gibi konuların yanı sıra bazen bir ev üzerinden hikâyeyi okura aktarmayı tercih ediyor yazar. Boş bir evin insanda yarattığı duyguları derinlemesine öğreniyor ve yetmiyormuş gibi bunu hissediyoruz. Hayatın getirmiş olduğu kırgınlıkları, sarsılmaları, dibe batmayı, dipten çıkmayı kendi penceresinden okura sunuyor. Hayatın getirdiği her şeyi kabul ederek yoluna sağlam adımlarla devam etmeyi alt metin olarak vermekten de geri durmuyor. Hayatın, kitabın ismi gibi “bazen bahar” olduğu anlarını vurguluyor.

Bazen Bahar, oldukça hayatın içerisinden olmasının yanı sıra, aynı zamanda ruhun da içerisinden. Yaşantıların insanlara tanıdık gelmesine ek olarak bu kitap ile birlikte duyguların tanıdıklığı da ön plana çıkıyor. Duyguların ortaklığını tabii ki birçok kitapta yakalayabiliriz hatta yakalamışızdır fakat Melisa Kesmez‘in kaleminden bu his ortaklığını okumak bana çok ayrı bir keyif verdi. Bazen Bahar, şiirselliği, nahif anlatımı ve her hikâyedeki duygunun en ince ayrıntısına kadar incelenmiş olmasıyla okurun yüreğini ısıtıyor.

Sena Yiğit‘in Önerileri;

4. Keşanlı Ali Destanı – Haldun Taner

“Talihmiş. Talihim bir çıksa karşıma, iki elimle yakaladığım gibi yerden yere çalarım.”

Keşanlı Ali Destanı, Haldun Taner denildiğinde akıllara gelen ilk eserlerden biri. Bir tiyatro metnini okumak başlangıçta sıkıcı gibi gelse de Haldun Taner’in sürükleyici kalemi ile bu düşünceden hemen kurtuluyoruz. Toplumsal yozlaşma ve ahlaki çöküşü eserlerinde temel konular olarak kullanan yazar, Keşanlı Ali Destanı’nı da bu temalar üzerinde inşa ediyor. Haldun Taner’in önsözde de belirttiği üzere oyun ilk olarak 31 Mart 1964 yılında sahnelenmiş. O zamandan beri hem tiyatro sahnesinde hem de sinema ve dizi sektöründe kendine yer bulan Keşanlı Ali Destanı, metin olarak da severek okunuyor.

Kitabın konusu Sineklidağ adlı bir mahallede yaşananları konu alıyor. Bu mahallede yaşayan ve bıçkın bir delikanlı olarak tanımlayabileceğimiz Ali, bir gün bir cinayeti işlemediği halde suçun üzerine kalması sonucu hapse düşer. Öldürülen kişi mahalleye kök söktüren biri olduğundan onu öldürdüğü düşünülen Ali, mahalleli nazarında bir anda halk kahramanına dönüşür. Hapisten çıktıktan sonra bir yandan sevdiği kız Zilha ile arasını düzeltmeye çalışan Ali bir yandan da mahallede kendi otoritesini kuracaktır. Kitapta çok sayıda karakter mevcut; bu karakterler arasındaki bazen argo ifadelerden oluşan bazense atışmalar üzerine kurumuş nüktedan diyaloglar kitabı dinamik ve eğlenceli bir hale getiriyor. Haldun Taner toplumsal sorunları hem bu kadar eğlenceli hem de eleştirel bir bakışla anlatmayı ustaca başarıyor. Kitabı okurken oyunu izliyormuş gibi hissettim. Elimden düşürmeden okurken bir yandan da hem güldüğüm hem de düşündüğüm yerler oldu.

5. İnsancıklar – Fyodor Dostoyevski

“Hatıralar mutlu olsun, kederli olsun, hep acı verir; en azından benim için öyle; ama bu tatlı bir acı. Ve kalp ağırlaştığı, daraldığı, sıkıldığı, kederli olduğu zaman, o zaman hatıralar onu tıpkı sıcak bir günün ardından gelen rutubetli bir gecede çiy damlalarının zavallı, kurumuş, gündüz vakti sıcaktan kavrulmuş çiçeği canlandırması gibi aydınlatıp canlandırır.”

İnsancıklar, büyük yazar Dostoyevski‘nin ilk romanı. Ben bu kitabı ilk olarak Dostoyevski hakkında izlediğim bir belgeselde duymuştum. Bahsedildiğine göre Petersburg şehri, Dostoyevski’nin yazınında önemli bir yer teşkil ediyor; buranın insanları da onun romanının kişilerini oluşturuyordu. Ayrıca Petersburg’daki ilk evini sokağın köşesinde seçmişti. Böylece insancıkları gözlemleyecek, onların romanını yazabilecekti. Bu açıdan baktığımızda İnsancıklar’da gözlem yeteneğini konuşturduğunu gerçekten de görüyoruz. Kitabın konusu ise katip Makar Devuşkin ile Varvara Alekseyevna’nın birbirlerine yazdıkları mektuplarından oluşuyor. Makar kendinden yaşça küçük olmasına rağmen uzak akrabası olan Varvara’ya aşkla bağlıdır. Mektuplarında yoksulluktan, hayatın şartlarından ve günlük sıkıntılarından yakınır. Kitapta çarpıcı ifadeler yalın bir şekilde okuyucuyu etkisi altına alıyor. Altını çizdiği ve not aldığım çok yer oldu. En çok hoşuma giden kısım ise: “Gerçekten ben bile yazabilirdim bunu; neden yazmamışım? Sonuçta aynı hissediyorum, kesinlikle tam kitapta yazdığı gibi hissediyorum, tam olarak aynı durumdayım üstelik… ” cümlesiydi. İlk kitabını yazan Dostoyevski’nin böyle düşünmesi ne kadar manidar…

6. İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma – David Hume

“Dünyada rastlantı diye bir şey yoktur, ama bir olayın gerçek nedenini bilmememiz anlama yetimizi böyle etkiler ve bu tür bir inanç ya da kanı doğurur.”

Felsefe okumaları yapmayı seviyorum. Düşünce dünyamı önce karıştıran sonra da hizaya sokan bu metinler edebiyat ve tarih okumalarımda da ufuk açıcı oluyor benim için. Dilinin çok ağır ve karmaşık olmaması felsefe okumaları yapmaya aşina olmayan okurlar için de büyük bir avantaj. Bu açıdan bakıldığında İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma tam olarak böyle bir kitap. İskoçyalı filozof ve tarihçi olan David Hume, o kadar açık bir dil kullanmış ve metin Türkçeye o kadar temiz çevrilmiş ki okurken asla zorlanmadım. Kitabı tek bir cümle ile özetleyecek olsam, anlama yetimizin doğuştan gelmediği ve deneyimlerle olaylar ve durumlar hakkında bilgi geliştirdiğimiz şeklinde olurdu. Yazarın metin boyunca sunduğu argümanlarla birlikte desteklediği bu düşünceye göre bizler yaşadıkça, tecrübeler edindikçe yaşama dair fikirlere sahip oluyoruz. Ampirik bir yaklaşım olarak da değerlendirebileceğimiz bu yaklaşımını ifade ettiği şu cümle benim için en etkileyici açıklamalardan da biriydi: “Ademin akli melekelerinin en başından beri tamamen yetkin olduğu varsayılsa bile, suyun akıcılığı ve saydamlığından boğucu olduğu ya da ateşin ısı ve ışığından onu yakıp kül edeceği sonucunu çıkaramazdı. Hiçbir nesne duyulara gözüktüğü nitelikleriyle onu yaratan sebepleri ya da ondan doğacak sonuçları açığa seremez; keza aklımız da deneyimlerimizin yardımı olmaksızın olgusal durum ve gerçek varoluş hakkında hiçbir çıkarımda bulunamaz.” 

İclal Yakanın Önerileri;

7. Çiçeklenmeler – Melisa Kesmez

“İnsan başına gelecekleri gayet biliyor da ne kendine ne başkasına söyleyebiliyor bunu. Bilmiyormuş gibi yapıyor. Herhalde filmin sürprizi kaçmasın diye.” (s. 93)

Melisa Kesmez’in geçtiğimiz ayda yayımlanan kendi tabiriyle novella olarak nitelendirdiği Çiçeklenmeler, önceki eserlerinden aşina olduğumuz hayatın insanı köşeye sıkıştıran tarafına odaklanıyor. Kesmez, öykülerinde modern insanın sorunlarına değinmenin yanında bazen geçmişe bazen hayatın cilvelerine değinerek yüzümüzde tebessüm oluşturmayı başarıyor.

Çiçeklenmeler, karakterimiz Türkan’ın kendine açtığı yeni yolun çiçeklenme sürecini konu ediniyor. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Türkan’ın uyanışına şahit oluyoruz. Kocasının ölümüyle hayattaki yerini sorgulayan Türkan, yavaş yavaş farkına vardığı her yeni şeyde sanki hayata karşı gibi kaybetmiş gibi hissediyor. Türkan tüm hayatı boyunca kendi için yaşamamış, çevresindekilerin ona açtığı yere göre şekil alarak daha fazlasını istememiş biri. Tüm farkındalıkları hayatı ıskaladığını düşündürürken eşinden kalan sarı bir karavan bir anda her şeyi değiştiriyor. Sarı karavanla yapılan yolculuklar, Türkan için duraklarını kendisinin belirlediği yeni bir hayatın başlangıcı oluyor. İçsel yolculuk hikâyelerini seven biri olarak Kesmez’in kaleminden okuduğum Türkan’ın yoluna serpiştirilen çiçekler benim ruhuma da adeta baharı getirdi.

8. Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu – Eric- Emmanuel Schmitt

“İnsanlar neden hakikati kaldıramaz? Birincisi, çünkü hakikat onları hayal kırıklığına uğratır. İkincisi, çünkü hakikat genelde çıkardan yoksundur. Üçüncüsü, çünkü hakikatin asla doğru görünümü yoktur – yalanların çoğu çok daha iyi hazırlanmıştır. Dördüncüsü, çünkü hakikat yaralar.” (s. 57)

Uzun zamandır kitaplarını gözüme kestirdiğim Fransız oyun yazarı Eric- Emmanuel Schmitt’in kalemiyle tanışmam Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu adlı eseriyle oluyor. Eserin ilk bakışta garip gelen ismi ve göze çarpan renkli kitap tasarımıyla dikkatleri üzerine çektiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Genel olarak hoşuma giden bu tarz sebebiyle kitap, daha okumadan içimi sıcacık yaparak beni âdeta kendine çekti.

Başkarakterimiz Bayan Ming, Çin’in Yunhai kasabasındaki bir otelde tuvalet bekçiliği yapıyor. Anlatıcımız olan oteldeki misafirlerden Fransız iş adamıyla tanıştıktan sonra da ikilinin sohbetleri arasında belirecek sıra dışı bir çıkmaz bizi bekliyor. Olanca anaçlığıyla insanları kendisine çekmeyi başaran Bayan Ming, anlatıcımızı da kendi ağına düşürerek bir anda on çocuğundan bahsetmeye başlıyor. İşin garip yanı ise o zamanlar Çin’de tek çocuk yasasının hüküm sürmesi sebebiyle böyle bir şey mümkün değildir. Anlatıcımız ilk başta kandırıldığını düşünerek sinirlense de zaman içinde yalan ve kurgu olarak düşündüğü Bayan Ming’in evrenini bozmadan ona ayak uyduruyor. Yaşlı kadın her bir çocuğunun hikâyesini anlatırken arka planda bilgeliğini öyle ustaca gösteriyor ki karakterimiz de bir nevi bu sohbetlerinin bağımlısı haline geliyor ve anlatılanlar oyun da olsa merak etmekten kendini alamıyor. Konuşmalar arasında biz de Bayan Ming’in felsefesine kapılırken söz konusu on çocuğun gerçek mi yalan mı olduğu sorusu aklımızı kurcalıyor. Sorunun şaşırtıcı cevabıyla beklemediğimiz bir anda karşılaşıyoruz ve kitabın asıl sorusu da o anda kendini gösteriyor: “Hakikat, bizim en fazla hoşumuza giden yalanın ta kendisidir, öyle değil mi?”

9. Öğrenci Kız – Osamu Dazai

“Yarın da yine bugünkü gibi bir gün olacak. Mutluluğu hiçbir zaman yakalayamayacağım, biliyorum. Yine de bir umut… Yeni günün bana mutluluk getirme ihtimalini düşünerek bana güçlü hissettiriyor.” (s. 92)

Japon edebiyatının modern klasiklerinin önemli yazarlarından Osamu Dazai, melankolik eserleriyle ön plana çıkıyor. Yaşarken birçok intihar girişiminde bulunmuş, otuz dokuz yaşında intihar ederek hayatına son veren Dazai, zihninin buhranlı ve karanlık tarafını eserlerine yansıtmaktan çekinmeyen bir yazar olarak karşımıza çıkıyor. Merkeze aldığı melankolinin çevresinde insanın varoluşunu ve anlam arayışını yalnızlıkla harmanlayarak sancılı bir okuma sürecini okuyucularına sunuyor.

Dazai’nin 1939 yılında kaleme aldığı Öğrenci Kız adlı novellasında ismini bilmediğimiz genç bir kızın hayatına sabah uyanmasından gece uykuya dalmasına kadar eşlik ediyoruz. Hayatın gerçekleri, saf ve berrak bir zihnin gerisinden sunuluyor. Herkesin yaşadığı, hiçbir gariplik bulunmayan bir günü genç bir kızın bakış açısından görmek bence kesinlikle farklı bir deneyim sağlıyor. Genç kızın zihninin hızlı akışında sürüklenirken oldukça cesur ve filtresiz düşüncelerle karşılaşıyoruz. Bazıları tanıdık gelirken bazıları da okuduğumuz karakteri sorgulamamıza sebep oluyor. Dazai, bu genç kızın bir gününe de karanlığı yansıtmaktan geri kalmıyor. Babasını kaybeden karakterimiz yasını hâlâ derinlerde hissederken yaşamın ve sorumlulukların ağırlığını da yeni yeni hissetmeye başlıyor. Günün sonuna geldiğimizde gençlik çıkmazlarının sıkıntısını, tecrübesizliğini ve sancılarının evrenselliğine bir kez daha şahit oluyoruz. Dazai’nin başyapıtı olarak görülen İnsanlığımı Yitirirken eserini okuma cesaretini tam olarak hissedemediğim bu günlerde Öğrenci Kız’ın benim için güzel bir durak olduğunu söyleyebilirim.

Sinem Aykın’ın Önerileri;

10. Mimoza Sürgünü – Nazan Bekiroğlu

“Şimdi sen çok yorgunsun. Her gün daha az şaşıracak daha az sarsılacak kadar. Bütün eski defterleri kapatacak ama yeni bir sayfa da açılamayacak kadar. Bir ömür boyu can taşır gibi saklanmış sayfaları bulup çıkaramayacak, emanet cümlelere sığacak kadar. Anlatmaktan değil susmaktan. Yaşamaktan degil yaşamamaktan. O kadar yorgunsun.” (s. 16)

Nazan Bekiroğlu, lise sıralarında tanıştığım, edebiyata olan sevgimi artıran ve bende yeri çok ayrı olan yazarlardan biri. Sözcüklerle oynaması ve kurduğu cümleler kitabının her sayfasını özel kılıyor benim için. Mimoza Sürgünü, Nazan Bekiroğlu’nun denemelerini bir araya getirdiği bir eser. Kitap, Kalp Sathı, Defter Kâğıdı, Seyahat Albümü ve Dünya Yüzü olmak üzere dört bölümden oluşuyor. Her bölümde, her başlıkta ayrı bir tat karşılıyor okuyucuyu. Özellikle tek bir konu üzerinden tekdüze ilerlememesi kitabın akıcılığı açısından en büyük artı. Kendi içinden yaptığı yolculuktan tutun da farklı ülkelere yaptığı gezilere kadar farklı yazılar var. Özellikle kitabın da ismini içeren “Mimoza Sürgünü” başlıklı deneme bu kış aylarında iç ısıtıyor adeta. Sanki bahar mevsiminin ortasında, her yer çiçek açmış ve güneş tatlı tatlı ısıtıyor gibi hissettirdi bana. Özellikle Nazan Bekiroğlu’nun yaşama karşı olan tutkusu ve her şeye sevecen bir gözle bakması da sizi içinde bulunduğunuz olumsuz ruh halinden bir nebze olsun kurtarıyor. Yapmak isteyip de yapamadıklarımızı, içimizde ukde kalanları, söyleyemediklerimizi, yorgunluğumuzu ve bununla beraber doğaya karşı olan sevgimizi ince ince işliyor Nazan Bekiroğlu. Eğer deneme türünü seviyor ve bu konuda farklı yazarlara şans vermek istiyorsanız Mimoza Sürgünü tam o kitap. İçinde kendinizden cümleler ve kalbinizde tutup bir türlü dile dökemediğiniz o satırları bulacağınızdan eminim.

11. Nişanlıya Mektuplar 1820-1822 – Victor Hugo

“Tüm sözlerim, tüm düşüncelerim, tüm davranışlarım senin için değil mi? Seninle ilgisi olmayan hiçbir şeye sevindim mi hiç? Tüm acılarım gelip sana dayanmıyor mu? Benim ruhum, hayatım, cennetim değil misin? Heyhat! Tanrı’yı sende görüyor, sende seviyorum, senden başka hiçbir şeyi göremiyor ve sevemiyorum çünkü.” (s. 229)

Nişanlıya Mektuplar, Victor Hugo’nun nişanlısı Adèle Foucher’le mektuplaşmalarından oluşuyor. Ancak yalnızca Victor Hugo’nun mektuplarını okuyabiliyoruz, kitapta Adèle’nin mektuplarına yer verilmemiş. Aslında bu haliyle bile Victor Hugo’nun gençliği ve aşka dair bakış açısı hakkında fikir sahibi oluyoruz. On altı yaşındayken başlayan aşkları uzun yıllar mektuplarla beraber devam ediyor. Victor Hugo, bu mektupları yakmasını istiyor biricik nişanlısından. Kitabın ilk sayfalarında bahsedildiği gibi bu mektuplar sevgilinin dışında başkalarının okunması için yazılmamıştı. Bu yüzdendir ki yakılmasını istiyordu. Mektuplarda geçen ifadelere bakıldığında ikileme düşüyor okuyucu: “Bu mektuplar sadece iki sevgili arasında kalmalıydı,” düşüncesi ile bu aşka birinci ağızdan şahitlik etme isteği… Her ne kadar “Mektuplar mahrem kalmalı, kişinin kendinden başka kimse bilmemeli o satırları,” diye düşünsem de mektup türü beni hep içine çekiyor. Kitaplarını büyük bir zevkle okuduğumuz yazarların dostlarıyla, aileleriyle ve sevgilileriyle olan mektuplaşmaları onlar hakkında ilk ağızdan samimi itiraflar okumamıza olanak sağlıyor. Sanırım bu nedenden dolayı şu sıralar okuduğum en duygu yüklü ve en samimi kitaplardan biriydi Nişanlıya Mektuplar. Victor Hugo, aşkı tanımlamıyor. Eğer aşkı tanımlarsa tümüyle samimiyetini kaybedeceğine inanıyor. Onun kelimelerinden ve Adèle‘ye olan sonsuz sevgisinden anlıyoruz aşka olan bakışını. Senelerce birbirlerine aşklarını itiraf etmek için beklemeselerdi ve bir ayrılık yaşamasalardı bugün bu mektupları böyle duygu yüklü okuyor olur muyduk? O zaman Hugo’nun tüm bu aşk serüvenene şahitlik edebilir miydik? Aslında bu mektuplar yalnızca aşka ve saf sevgiye adanmıştır. Victor Hugo’nun aşka dair bir tanımlama yapmamasının nedeni tam olarak budur. Aşk, içimizde dallanıp budaklanan ve hiçbir tanımlamaya sığmayan yegâne duygudur.

12. İnsanlığımı Yitirirken – Osamu Dazai

“Mutlu muyum? Aslında küçüklüğümden beri insanlar sürekli şanslı biri olduğumu söylüyor ama bana sorarsanız cehennemde gibi hissediyorum, bana şanslı olduğumu söyleyenlerse benimkiyle kıyaslanamayacak ve ölçülemeyecek kadar mutlu görünüyorlar.” (s. 13)

Osamu Dazai, Japon edebiyatının en önemli isimlerinden. Yazarın kendi yaşamından bolca izler taşıması ve birebir yaşadığı olayları anlatması aslında İnsanlığımı Yitirirken’i otobiyografi türüne de sokuyor. Kitap, beş bölümden oluşuyor: Giriş, İlk Hatırat, İkinci Hatırat, Üçüncü Hatırat ve Kapanış. Eserin isminden de anlayabileceğiniz gibi yazarın yavaş yavaş yaşama dair isteğini kaybedişini ve tükenişini okuyoruz. Kitabın ana kahramanı Oba Yozo tahmin edilenin aksine mutlu bir çocukluk geçirmiyor. Daha o dönemden ruhsal bunalımları başlayan Oba’nın soytarı kılığına girerek kendinden başka herkesi mutlu etmeye çalışarak kabul görme çabasını anlatıyor Osamu Dazai. İnsanları anlamlandıramaması ve kendini onlara ait hissedememe duygusunu soytarılık maskesinin ardına gizliyor. Kitap boyunca yazarın hep mutluluk kavramını sorgulamasını okuyoruz. Her şeye rağmen insanlığa dair bir umut kırıntısı bulmaya çalışıyor ama nafile. Hayatı anlamlandıramaması onu adım adım felakete sürüklüyor. Hayata iyice yabancılaşıyor ve en sonunda da insanlığını yitiriyor. Sayfaları çevirdikçe karamsarlık artıyor ve sanki tam başınızın üstünde kara bir bulut varmış gibi yazarın duygu dünyasına şahitlik ediyorsunuz. “Şahitlik etmek,” diyorum çünkü karakterle tam anlamıyla bağ kurmak zor. Yaşadığı dönem ve olaylar itibarıyla Oba Yozo’nun hislerini tanımlamaya ve onu içselleştirmeye çalışmak epey zorladı beni okurken. İnsanlığımı Yitirirken’i konusu ve anlatım tarzı açısından sevsem de böylesine karamsar ve iç sıkan, bana yabancılık hissi veren bu kitabı hayatımın bu döneminde okumak istemezdim.  Yine de yazarın iç dünyasını biraz olsun anlamak, Oba Yozo üzerinden Dazai’nin hayatı ve aidiyet duygusunu sorgulamasını, mutluluk kavramına bakış açısını ve karamsarlığın en koyu tarafını okumak her şeye rağmen farklı bir deneyimdi.


Öne Çıkan Görsel Linki

spot_img
Soylenti
Soylenti
Söylenti Dergi'deki kurumsal, sponsorlu ve ortak yazarlı yazıların yayınlandığı profil.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Star Wars Sith’in İntikamı: Bir Trajedinin Epik Kapanışı

Skywalker'ın öyküsü, galaktik düzenin çöküşünü, dostlukların sonunu ve aşkın trajedisini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Macbeth Sendromu: Hırsla Yoğrulan Bir Kimliğin Çöküşü

Macbeth Sendromu, bireyin hırs uğruna kimliğini ve vicdanını yitirerek psikolojik çöküşe sürüklenmesini anlatan patolojik bir durumdur.

You’ya Veda: Önceki Sezonda Neler Oldu?

You, beşinci sezonuyla son kez ekranlara gelirken, önceki sezonlarda neler oldu hatırlayalım.

Altı Çizilenlerde Bu Ay: Ahmed Arif | Hasretinden Prangalar Eskittim

Söylenti Edebiyat editörleri, Altı Çizilenler serisinde bu ay, doğum gününde, şiirin aykırı sesi, toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden, Türk edebiyatının benzersiz şairi Ahmed Arif'e yer veriyor!

Orta Çağ Avrupası’nda Evlilik, Boşanma ve Eğlence Kültürü

"Ben senin için yaşamayı göze aldım" diyenleriniz varsa, itinayla "Sıkıysa Orta Çağ'da yaşasana" diyebilirsiniz çünkü bu çağda yaşamak sanıldığından çok daha zor.

HBO Max’te İzleyebileceğiniz Yapımlar

İşte HBO Max'te izleyebileceğiniz yapımlar.

Exulansis: Anlaşılamamanın Getirdiği Vazgeçiş

Exulansis, kişinin anlaşılamayacağını düşünerek kendini anlatmaktan vazgeçişini konu alır.

Şahane Hatalar : Kendi Maceranı Kendin Yarat

Sadece hataların sonuçlarına odaklanmak yerine, bu hataların insanları nasıl şekillendirdiğini ve nasıl birer öğrenme fırsatı sunduğunu ele alan sıra dışı kitap: Şahane Hatalar.

Yahya Kemal Şiirlerinde Yedi Farklı Tema

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Türk edebiyatına hayalinden kelimeler armağan ve miras bırakan Yahya Kemal Beyatlı.

Kayıp Seslerden Yazının Öznelerine: Virginia Woolf’un Eserlerinde “Kadın” Teması

Woolf’un dilinde "kadın", tarihin dışına itilmiş bir sesin geri çağrılması, unutulmuş bir hakikatin dile gelmesidir.