GULAG Kamp sisteminde ana amaç, hem bedava işgücü kullanarak sanayi sistemini güçlendirmek hem de eski rejim yanlısı ve yeni rejim karşıtı kişileri tutuklayarak mevcut siyasi rejimi güçlü hale getirmeye çalışmaktaydı. GULAG Kamplarında yaşanan olaylar SSCB’nin dağılmasından (1991) sonra detaylı araştırılmaya başlanmıştı. Türlü bahanelerle tutuklanan insanları “Halk Düşmanları” terimiyle nitelendirmekteydiler. Repressiya Döneminde ise kimi Trockist olduğu gerekçesiyle, kimi millî unsurcu olması gerekçesiyle kimi yeni rejim karşıtı olması gerekçesiyle tutuklanmış, kurşuna dizilmiş ya da sürgüne gönderilmişti. Milyonlarca insanın katledilmesine sebep olan bu devlet baskılamalarına “Kızıl Terör” de denilmektedir.
GULAG Kampları

GULAG Kampları tarihte ilk kez karşımıza 17. yüzyılda Çarlık Rusya tarafından ortaya çıkarılmıştır. “Islah-Çalışma Kampları ve Kolonileri Genel İdaresi” (Glavnoye Upravleniye Ispravitel’no Trudovıh Lagerey I Koloniy) şeklinde açılımı olan GULAG Kamplarında; bedava işçi çalıştırarak ekonomiye ivme kazandırmak amaçlanmış ve haklı haksız demeden yalnızca karşıt görüşte olmak yahut farklı etnik kökenlerin mensubu olunması tutuklamalar için yeterli olmuştu.
GULAG Kamplarında insanların tutuklanmaları “siyasi suçluların cezalandırılması”na bağlansa da esasında rejimin istemediği ve tehdit olarak algıladığı kişilerin zorunlu olarak, ağır şartlar altında çalıştırıldığı bir kamp sistemi oluşturulmuştu. Çeşitli etnik gruplar, savaş esirleri, rejim karşıtı kişiler bu kamplarda türlü işkencelere maruz kalmıştı. 20.yüzyılın başında kamplardaki sayılar, Josef Stalin döneminde zirveye ulaşmıştı. Stalin devrinin öncesinde Lenin döneminde de karşımıza çıkan ve şehrin dışına kurulan kamplara gönderilen mahkumları halktan uzaklaştırmak hedeflendirilmişti. Böylece halkı kışkırtabilme potansiyeli olan mahkumlar, halktan uzakta olacaktı.
En az Nazi Almanya’sındaki Auschwitz Kampları kadar feci ve dayanılmaz hikayelere tanıklık eden Komünist rejimin kamplarının daha az bilinmesinin nedeni, bahsinin Sovyetler tarafından uzun yıllar yasaklanmasından kaynaklanmaktaydı. Bir mahkûmun kamptan kaçmayı başarmasıyla yaşanılanları anlatması üzerine ortaya çıkan idamlar, işkenceler ve imhalar kamuoyuna yansıtılsa da Stalin tarafından Sovyet rejim yanlısı Maksim Gorki’nin kamplara gidip burada rejim lehine yazılar yazması istenmişti. Kamplar hakkında ilk olarak gerçekleri yansıtan kişi Aleksander Soljenitsin’dir. “Gulag Takımadaları 1918-1956” adlı eserinde hem Stalin’i eleştirmesi hem de kamplarda insanların işkenceler altında nasıl can verdiğini ve ne kadar zor şartlar altında çalıştırıldıklarını işlemişti.
Aleksander Soljenitsin’in Gulag Takımadaları adlı eserinde “…Olmuş bir şey yüzün den kimseye hapis veya ölüm cezasını vermezlerdi. Bir şeyin olmaması için cezayı keserlerdi. Haliyle bizim tutsaklara kesilen ceza, sözde yurda ihanetten değil de köydeşleri yanında Avrupa’yı göz önüne getirmemeleri içindi” ifadeleri yer almaktadır.
Tutuklamalarda, tutuklanma sebebi değil kişilerin kim olduğu önemliydi. İnsanlar herhangi bir basit olayda dahi “halk düşmanı” ilan edilmiştir. “Halk düşmanının ailesi”, “halk düşmanının karısı”, “halk düşmanının çocukları”, “halk düşmanının arkadaşı” gibi insanların korkmasını sağlayacak tabirler kullanmıştı. Esasında bir bakıma mimlenmişlerdi. İnsanlar haksız yere tutuklanıp türlü işkencelerden geçmişti. Bir gece yarısı aniden evlerde yapılan tutuklamalarda insanların bir çift elbise almalarına dahi izin verilmemişti. Kamplarda ise üzerlerinde ince bir gömlekten başka bir şey yoktu.

Gerçekleştirilen devrimin sonucunda özgürlüklerine kavuşacaklarını ve rahata ereceklerini düşünen halk büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Ülkenin birçok yerinde giderek artan kamplara, aynı oranda sayıları artan insanlar getirilmişti. Tutuklanan kişilere “sözde” suçlarını kabul ettirmek için türlü yöntemler kullanan yargıçların yanında bir de işkence etmeyen yargıçlar vardı. Bu yargıçlar eğer suçlarını hemen kabul ederlerse kamplarda daha iyi koşullarda yaşayacaklarını söyleyerek ikna etme yöntemini kullanmışlardı. Tabii daha tutuklanma sürecinde gördükleri işkenceler her şeyin başlangıcıydı. İşkence yöntemini seçen yargıçlar, tutukluların vücutlarında iz kalmayacak ve olası bir durumda soruşturma yemeyecekleri yöntemleri tercih ederek işkencelerini kendilerince meşru bir zemine oturtuyorlardı.
Kamplara gönderilme sürecinde trende yolculuk yapan mahkumlara yine türlü işkenceler yapılmaktaydı. Kadınlara yapılan tecavüzler, hatta toplu tecavüzler Sovyet rejim güçlerinin görevlileri tarafından gerçekleştirilmişti. Mahkumların trenden kaçmamaları için de çeşitli tedbirler almışlardı. Tuvalet ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan mahkumlar hijyenik olmayan koşullarda aç ve susuz bir şekilde aylarca süren, kamplara yapılan yolculuklarda işkencelere maruz kalmışlardı. İşkence yöntemlerinden biri olarak mahkumların son derece tuzlu olan balıkları yemeleri sağlanmıştı. Bunu bilinçli bir şekilde yapmaktalardı çünkü mahkumların su tüketme ihtiyaçları doğacaktı ve su vermeyerek mahkumlara eziyet edeceklerdi.
Yalnızca fiziksel değil psikolojik şiddete de maruz kalan mahkumlar kadın erkek demeden zorda kalmışlardı. Güçsüz olan, engeli olan, çalışamayacak durumda olan mahkumlar doğrudan öldürülmüştü. Mahkumların sözde şikâyet etme hakları bulunsa da bunu fiiliyata geçirdiklerinde kendi sonlarını hazırlamış olurlardı. İlk zamanlarda 10 yıl süren mahkûmiyet süresi 25 yıla çıkarılmıştı. 25 yıl boyunca dayanabilen ve mahkumluğu biten kişiler, psikolojik açıdan yıpranmış bir vaziyette kamplardaki alışkanlıklarını sosyal hayatlarında devam ettirmişlerdi. Yaşamak demeye bin şahit olan ve türlü işkencelere maruz kalan mahkumların, normal hayatlarına devam edebilmeleri yahut alışabilmeleri oldukça olanaksız görünüyordu.
“Büyük Terör” veya “Büyük Temizlik” yılları olarak da bilinen Repressiya Dönemi ile sınırlı kalmayan tutuklamalar yıllar içinde artarak 1952 yılına kadar devam etmişti. Stalin’in ölümüne kadar (1953) devam eden kamplarda, ölümünden sonraki süreçte de mahkumların tasfiye çalışmaları başlatılmıştı. Gorbaçov döneminde (1987) ise bu kamplar tamamıyla ortadan kaldırılmıştır. Belirlenen sayılara göre yaklaşık 18 milyon insan bu kamplarda bulunmuştu. Mahkumların doğrudan ve dolaylı ölümleri 1937’den itibaren artmıştı.
Kampta yaşayan, tüm türlü işkencelere ve insanlık dışı davranışlara maruz kalan mahkumlar; kampların insanlara olumlu hiçbir şey veremeyeceğini, kamp sürecinin mahkumlar üzerinde olumsuz bir tecrübe yaşattığını göstermişti.

Yıllarca süren bir savaştan çıkan askerin gündelik hayatına kaldığı yerden devam etmesi beklenemez. İnsan, yaşantılarıyla var olur ve yaşantıları insanın hayatını şekillendirir. Esir düşmüş ve işkencelere maruz kalmış erkeklerin yahut düşman askerleri tarafından defalarca tecavüze uğramış kadınların yaşamları boyunca sürdürdükleri psikoloji ile memleketi hiç işgale uğramamış başka bir milletin insanını aynı kefeye koyarak incelemek doğru olmaz. Örneğin; Ortadoğu coğrafyasında emekleri sömürülen, özgürlüğü elinden alınan bir kadın ile Avrupa’da nezih bir hayat süren kadının hak arayışı ve bakış açısı bir olamaz. Biri rahat ortamda yetişirken, yaşarken, özgürlük içinde doğmuşken; diğeri türlü zorluklar içerisinde kendisi için, başka kadınlar için, çocukları ve yeni nesiller için özgürlük ışığı aramaktadır. Tıpkı verdiğimiz örneklerde olduğu gibi insan yaşantılarının ürünüdür. Rejimin, kamplarla amaçladıkları nihai hedef insan onurunun iki paralık edilmeye çalışılmasıydı.
Repressiya Dönemi

Stalin döneminde gerçekleşen 1937-1938’de yaşanılanlar “Repressiya” tabiriyle tarihe kanlı bir leke olarak geçmişti. Rus boyunduruğu altına giren Türk devletlerinin de tasfiyelerinin gerçekleştiği dönemde, özellikle birçok aydının tutuklanıp kimisinin doğrudan öldürüldüğü, kimisinin kamplardaki insanlık dışı işkencelere dayanamayarak öldüğü bilinmekteydi. İnsanlar; Stalin terörünün korku pompalamasıyla sokakta yürüyemez hale gelmiş, her an tutuklama ve kamplara alınma korkusu içine girmişlerdi. Duygu durum bozukluğu yaşayan halklar; korkunun, sindirilmişliğin ve en yakınına dahi duyarsızlaşmanın hissizliği içindeydiler. İnsanlar hayatta kalma arzularının neticesinde çevresine karşı apati geliştirmişti. Grossman, Her Şey Geçip Gider adlı eserinde Nikolay Andreyeviç’i şöyle tasvir ediyor:
“Her şeye oy veriyor, her şeyin altını imzalıyordu. Kendi kendisine karşı rol yapmayı o kadar iyi, o kadar ustaca öğrenmişti ki, ne başka biri ne de kendisi bu sahteliği fark ediyordu.”
SSCB devrinde insanların yaşadıkları korkuların neticesinde artık hayvanlaşmış bir duyarsızlığa kapılmalarına eden olmuştu. Devlet terörünün meşru bir zemine oturtulmasıyla birlikte insanlar güvende değildi ve her an her yerde suçlanma ihtimalleri vardı. Yargılanmalar dürüstçe olmadığı gibi türlü bahanelerle hatta bahane bile üretmeden tutuklamalar gerçekleştirilmişti. İnsanlar birbirlerine karşı duyarsızlık içinde kalarak kendi bireysel koruma kalkanlarını oluşturmuşlardı.
Gündüzleri uyumak ve yatmak yasaktı. İşkenceler gece yapılırdı. Bunun için de mahkumların dinlenme imkanları yoktu. Günlerce süren ve durmaksızın devam eden işkence ve çeşitli sorgu yöntemleri, neticesinde mahkûm çıldırana kadar devam ederdi. Kazak yazar Sagıntay yazdığı bir hikayesinde mahkumların, yöneticiler tarafından insan eti yemeye zorlandığını belirtir. Ginzburg ise kamplarda kalan mahkumların, arkadaşlarını öldürdükten sonra etlerini parçalara ayırarak, kimseye göstermeden karların altına gömdüklerinden ve oradan çıkartıp yediklerinden bahseder. Mahkumlar, yaşamlarını sürdürebilmek adına bunca eziyetin altında insanlıklarından çıkmışlardı.
Korku siyasetinin halkı getirdiği noktanın dışında bir de askerin içindeki intiharlar artarak devam etmiştir. Halkı suçlayan askerler aslında kendileri de suçlanmaktan ve şahit oldukları bu işkencelere maruz kalmaktan korkmaktaydılar. İnsanlar bu işkence sürecini ve korku dolu yaşamın tesirinden kurtulmak için intihar yolunu seçmekteydi.
İnsanlık; konuşamazsa yazar, yazamazsa konuşur. Tüm bunlar insanı psikolojik açıdan yıpranmalardan kurtaracak faaliyetlerdir. Repressiya döneminde insanlar ne yazabilmişler ne de konuşabilmişlerdi. Bunun içindir ki insanlar birbirleri arasında dertlerini, kederlerini, hüzünlerini aktaramamışlardı. Pazarda, markette, okulda, iş yerlerinde vs. herhangi bir sosyal ya da toplumsal alanda kendilerini, birbirlerini teselli etmek mümkün olmamıştı. Çünkü korku tüm bedenlerini ve ruhsal durumlarını alt üst etmişti.

Düşünmek, fikir üretmek yalnızca devlete aitti. Bir fikir üretmenin yanında haksızlığa karşı sesini çıkaran kim var ise “halk düşmanı” ilan edilmesinden kaynaklı olarak insanlar, duyguların duygusuzlaştırıldığı bir vaziyet halini almıştı. Süreç, insanı hayvanlaştırmış, insanlar yalnızca rutine ayak uydurarak yaşanılan bu eziyetlerden kendini korumaya almıştı.
SSCB vatandaşları, Stalin teröründen korunmak için Stalin tarzında giyinir ve onun tarzında bıyık bırakırdı. Bu durum bir bakıma insanların rejime bağlı olduğunun bir tezahürüydü. SSCB vatandaşları tutuklu olsa da tutuklu olmasa da fiziken ve ruhen mahkûm olmuşlardı. Hapislerde, kamplarda, sorgu odalarında olmasalar da korku siyasetinin güdüldüğü ve sokakta, gündelik işlerini gerçekleştirdiği yerlerde hatta evlerinin içinde dahi NKVD ajanlarının olduğunu düşünülerek babanın oğluyla, oğulun babasıyla güven oluşturamadığı görülmekteydi. Tüm bu koşulların olduğu bir ortamda insan, kendisine acı çektirene sevgi beslemeye başlamaktaydı.
Yaşadıklarını herhangi bir kuruma anlatamayan, bir yetkili baş bulamayan insanlar yine çareyi Stalin’de arıyorlardı. Suçlarının ne olduğunu dahi bilmeyen mahkumlar ona şikâyet mektupları yazıp gönderiyorlardı. Stalin, SSCB vatandaşlarının gözünde öyle büyümüştü ki öldükten sonra Tanrı’ya isyan etmişlerdi. Çünkü onlar için Stalin ölemezdi.
İnsanlar korkularının yanı sıra muhbirlik yapmaya ve çevrelerindekileri şikâyet etmeye başlamışlardı. Yukarıda da dediğimiz gibi babanın oğluna, oğulun babasına güvenini bırakmayan bu korku düzeninde insanlar, birbirlerini jurnal ederek kendilerine sağlıksız olan bir alan açmanın gayretindeydiler. İhbarların neticesinde muhbirlere devlet tarafından ödüller verilmekteydi. Ayrıca ihbarları alan yöneticiler kendi makam ve mevkilerini yükseltmek için ellerini ovuşturarak beklemekteydiler. Hırs, makam, mevki, para… insanları insanlıklarından alıkoyan unsurlar olmuştu. Muhbirlik devlet eliyle ve teşvikleriyle artmış ve desteklenmişti.
Türk Dünyasında Repressiya
SSCB boyunduruğu altına giren çoğu Türk devletlerinde ve Türk topluluklarında Repressiya dönemi yaşanmıştır. Bunlar: Altay Cumhuriyeti, Azerbaycan, Başkurt, Çuvaş, Hakas, Karaçay- Malkar, Karakalpak Türkleri, Kazan Tatarları, Kırgızlar, Kazaklar, Kumuk Türkleri, Kırım Tatarları, Özbek Türkleri, Nogay Türkleri, Şor Türkleri, Tuva, Yakut (Saha), Türkmenistan, Yeni Uygur Türkleri’dir. Ancak biz burada yalnızca Azerbaycan Türkleri üzerine yazımızı kaleme alacağız.
Azerbaycan’da Repressiya

20.yüzyılda Rusya’da gelişen siyasi çekişmelerle birlikte Ekim Devrimi’nin olmasıyla Bolşevizm görüşleri yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Burada gelişen hadiseler Azerbaycan coğrafyasını etkilese de ulusal ve milli düşünce hareketlenmiş ve ulusal bağımsızlık fikrini benimsemişlerdi. Böylece 1918’de Mehmed Emin Resulzade tarafından Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kurulmuştu. Ancak çok geçmeden Kızıl Ordu sınırı geçmiş ve Azerbaycan’a girerek 1920’de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti‘ni kurmuştu. 1991’e kadar sürecek olan bu esaret süreci, 70 yılın ardından bağımsızlığa kavuşacaktı.
Repressiya Dönemi, 1920-1945 yılları arasını kapsamaktaydı. 1920’li yılların başında Sovyet Rusya tarafından gerçekleştirilen tasfiyelerde, sonraki yıllardan daha az kayıp yaşanmıştı. Bunun nedeni henüz ekonomi, siyasi, tarım ve sanayi alanlarında oluşturmak istedikleri sistemi tam olarak oturtamamış olmalarıydı. 1930’lu ve 1940’lı yıllarda çok daha fazla tasfiye yapılmış ve 1937-1938 yıllarında Kızıl Terör tarafından, SSCB halkları daha sert ve kanlı bir süreçle dönemin en fazla kaybını vermişti. Sovyet halkları bu kanlı ortamda özellikle aydın kesime yapılan katliamlarla sarsılmıştı. Korku, devlet tarafından halka yüksek düzeyde uygulanmış ve Stalin öldüğünde dahi tasfiye edilen insanların aileleri baskılardan ve şiddetten söz edememişti. KGB arşivlerinde Repressiya Dönemine ait belgeler saklı olarak tutulmaktaydı. Baskı dönemini detaylı bir şekilde incelemek Sovyetlerin dağılmasından sonra gerçekleşmişti.
Yukarıda GULAG Kamplarının tarihinden bahsederken Çarlık döneminden itibaren başladığını anlatmıştık. 17. yüzyılda Çarlık döneminden itibaren başlayan sürgün ve kamp sisteminin varlığı Bolşevik İhtilali’nden sonra da devam etmişti. Siyasîler ve aydınlar sürgün veya göçe zorlanmıştı. Göçe zorlanan aydınlardan önemli bir kısmı Türkiye’ye gitmiş ve burada basın yayın faaliyetlerinde bulunmuşlardı.
1920’li yıllarda henüz örgütlenme aşamasında olan Sovyetler, Azerbaycan petrolünü Rusya’ya aktarmıştı. Bu dönemde başlayan ve ilerleyen süreçlerde devam edecek olan “ajanlık etmek, devrime karşı faaliyetlerde bulunmak, halk düşmanı olmak” gibi suçlamalar oluşmaya başlamıştı. Bu dönemde 1930’lu 1940’lı yıllar kadar tasfiyeler olmasa da yine de es geçilmemişti.
1930’lardan itibaren daha sistemli hale gelen Sovyet hükümetinin örgütlenmesiyle birlikte Azerbaycan’ın başına geçen komünist Mir Cafer Bağırov, Stalin’in gerçekleştirmek istediklerini faaliyete geçirmişti. Tabii, bir millete eziyet etmek gerekiyorsa o milletin aydınlarına, askerlerine, öğretmenlerine, siyasilerine saldırmak dahi yeterli olacaktır. Sıradan halkla birlikte aydınların tasfiyesi de gerçekleştirilmişti. Nitekim Bağırov da Stalin’in isteği üzerine, Azerbaycan’daki Türk aydın ve bilim insanlarını hedefine koymuştu. Bunlardan bazıları şunlardır: Hüseyin Cavid, Ahmed Cevad, Hacı Kerim Sanil, Yusif Vezir Çemennzeminli, Seyid Hüseyin, Salman Mümtaz, Ali Nazım, Mustafa Guliyev…

15 Mayıs 1920’de Geçici Devrim Komitesi tarafından Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nde kamu çalışanı olarak görev yapmış memurları, işverenleri ve büyük arazilere sahip olan kim varsa tamamı hakkında bilgi edinilip listeler oluşturulmuştu. Bir bakıma bu listelerdeki kişiler mimlenmiş ve haklarında oldukça geniş bilgiler elde edilmişti. “Musavat”, “İttihat” adlı partiler kurulmuştu. Ali Aliyev, Musavvatçıların önde gelenleri hakkında gizli bir mektup yazmış ve kurşuna dizilmelerinin emrini vermişti. Böylece milli bağımsızlık mücadelesi veren kişilerin tasfiyesi başlamıştı.
1930’lardan sonra Azerbaycan ile Stalinist düşünce ters düşmeye başlamıştı. Stalinist düşünce Sovyet halkları arasında “Sovyet insanı” yaratma gayesi gütmekteydi. Bunun için de milli fikriyatın önüne geçmek için çeşitli değişiklikler yapmıştı. Örneğin; Azerbaycan’da yürüttükleri faaliyetlerde dil, pasaport, alfabe değişikliğine gitmişler ve Türkçeden Azericeye, Türk pasaportundan Azeri pasaportuna, Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçiş yapılmıştı. Sovyet rejim güçleri, Türklerin benliklerinden uzaklaşması için bu gibi türlü unsurları uygulamaya koymuşlardı. Bir milletin dilini elinden almak; o milletin varoluş nedenini, kimliğini, özgürlüğünü elinden almak demektir. Türk devletlerinin 70 yıllık esaretleri boyunca kimlikleri, özgürlükleri elinden alınmıştı. İnsanlara, Nazi Almanya’sıyla kıyaslanacak kadar acı çektirilmiş bir esaret döneminden kurtuluş, Rus olmayan devletlerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sona ermişti.
Mutlak otoriteye sahip olan diktatör Stalin tarafından “Büyük Temizlik” adıyla 1933 yılından 1940’ların sonuna kadar geçen yıllarda tutuklanan kişiler kurşuna dizilerek ya da sürgün edilerek kimi zaman öldürülmüş kimi zaman ölüme terk edilmişti. 1936-1937 yılları ise Repressiya Dönemi’nin en kanlı zirve yılları olmuştu. Aydın, politikacı, askerler, komutanlar ve sıradan insanlar Kızıl Terör’ün kurbanı olmuştu.
Bazı verilere göre toplam 1.575.259 tutuklanma varken 681.692 kişi kurşunlanmıştı. Bunlardan 100 bin kadarı aydın, öğretmen, asker, sanatçı, bilim insanı, yazar, din adamı sürgün edilmişti. 1930-1950 yılları arasında 29 bini aydın olmak üzere 70 bin kişi baskı altına alınmıştı. 150 bin Azerbaycan Türk’ünün 28 bini yargılanmadan öldürüldü. Bazı verilere göre ise Kızıl Terör, 1937-1938 yıllarında Mir Cafer Bağırov’un verdiği talimatla birlikte 70 bin ölüm gerçekleşmiş ve bunun 29 bini aydınlardan oluşmaktaydı. Bazı kaynaklarda ise 120 bin olarak belirtilmekteydi.
1937-1938 yıllarında Kızıl Terör, Trockistlere ve Rus olmayan ancak ulusal bağımsızlık isteyen milli unsurlara karşı mücadele vermişti. Millî unsurlar; Stalin’in oluşturmaya çalıştığı “Sovyet insanı” kalıbına girmek istememiş ve Ruslaştırma politikalarına karşı direniş göstermişti. Bir yandan Pantürkizm ile birlikte Türkleştirme politikaları güdülmeye çalışan millî unsurcular ile bir yandan da insanları Ruslaştırmaya çalışan ve bunu yaparken elini kana bulamaktan çekinmeyen Stalinist düşünce karşı karşıya gelmişti.

1953 Mart’ında “Halkların Babası” adını verdikleri Stalin öldü. Bu ölümün ardından Lavrenti Beriya ve Mir Cafer Bağırov devri sona ererek hapse tıkılmışlardı. 1991’de ise SSCB yıkılmış ve birçok Türk devleti bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
Bir millet, milli mukaddesatı var olduğu ve bunu yaşattığı sürece millet olabilmiştir. Bağımsızlık ise bir milletin mutlak dayanağı olmalıdır. Başka bir milletin boyunduruğunda olmak, kimseyi kendi evinde hissettirmeyecektir. Türkler dünya üzerinde birçok zulme uğrasa da bunu apaçık bir vaziyette dile getirmemiş, getirdiği vakit ise başka milletler tarafından sesi duyulmamış/duyulmak istenmemiştir. Tarih, kendisinden ders aldığımız sürece tekerrür etmeyecek ve milli bilincin ışığında çalışarak muasır medeniyetler üzerine çıkmaktan alıkonulmayacağızdır.
Kaynakça:
- Dilek, İbrahim. Türk Dünyasında Repressiya. Ankara: YTB Yayınları, 2023
- Dilek, İbrahim. “Türk Dünyası Edebiyatında Repressiya”. Ankara: Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 2019.
- Karpuz, Elif. “Stalin Dönemi Gulag Kamplarında Yaşam”. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2022.
- Khaırmukhanmedov, Nurbek. “Stalin Dönemindeki Siyasi Muhalifleri Tasfiye Uygulamaları ve Çalıştırma Kampları”. Ankara: Bilig Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, 2007.
- Köse Kizir, Elanur. “Sovyet Zorunlu Çalışma Kampları Üzerine Bir Araştırma: Gulag”. İstanbul: Arkadaş Yayınevi, 2023.
- Özakın, Duygu. “Kampın Biyopolitikası: Yevgeniya Ginzburg ve Varlam Şalamov’un Gulag Tanıklığında Beden”. Ulakbilge Sosyal Bilimler Dergisi, 2019.
Kapak görseli: www.cnnturk.com