“Gerilerden konuşuyorum, sık sık (getirdiğim bir şey olmamasına rağmen). Bazen de öne geçmeyi deniyorum, ve nereye baksam, yaşamım değil gördüğüm. Bunu doğruluyor bir başka yüzüm. Kendimi ve sesimi suya düşürdüğüm yeri ve zamanı bile hatırlamıyorum. Bir yankı olarak kalıyorum suyun üstündeki aksimle – bir gün silivermeyi düşlediğim…
Yaşamım bir can çekişme süresini bilmediğim.”
Şule Gürbüz, 1974 yılında İstanbul’da doğdu. 1994 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Sanat Tarihi bölümünden mezun olduktan sonra Cambridge Üniversitesi’nde felsefe eğitimi aldı. Kambur, yazarın 18 yaşında bilinç akışı tekniğiyle yazdığı bir ilk roman. Fakat okumaya başladığımızda metnin ağırlığı ve derinliği içinde kaybolmaya başlıyor, kelimelerin ve cümlelerinin ne anlama gelebileceğini düşünürken buluyorsunuz kendinizi. Bu açıdan bakıldığında kitap genç bir yazarın ilk romanı olmaktan öteye geçiyor: hayal ve gerçeğin iç içe geçtiği, aklın ve deliliğin arasında gidip gelen Kambur’un iç monologları, yabancılaşma, zaman ve ölüm temalarını işleyen, içinde varoluşsal sorgulamaları barındıran çok katmanlı sürreal bir anlatı oluyor aslında.
Çirkinliğin Metaforları
Kitap, gazetede yaşlı bir adamın ölüm ilanını okuduktan sonra onun cenazesine gitmeye karar veren Kambur’un iç konuşmaları ile başlıyor. İşte bu andan sonra biz de kitabın devamında kendini yineleyen ölüm, anlamsızlık ve boşluk düşüncelerinin içinde gezinmeye başlıyoruz onunla beraber. Kambur’un içinden söküp atamadığı, adeta vakit ‘eskitmek’ için yaşamındaki tek zevki olan kontrbası çalmayı sürdürmesinin tek nedeni olarak gösterdiği ölümden kaçmak fikri, aklı ve deliliği arasında bir köprü: Kambur kendini, hayatın tozundan arınmak istedikçe güzel olan her şeyin anlamının yitip gittiği, düşlerin artık görülmediği ve kitapların sadece sinekleri öldürmek için kullanılan birer araç haline geldiği bir dünyada buluyor. Her şeyin içinin boşaltıldığı kitapsız ve sanatsız bu dünya sıkışmışlığının ve yabancılaşmasının da bir göstergesi. Benliğinin çirkin bir yansıması olarak kambur, karakterin kendi iç çatışmalarıyla beraber içinde bulunduğu hissiz, donuk ve anlamsız dünyayla kurduğu bağı da temsil ediyor. Çevresine uyum sağlama çabası sonucunda varoluşsal bir sorgulamaya girdiği gibi aynı zamanda da bu sorgulamaların öznesi olduğu için de diğer insanlardan ayrışıyor.
Zamansızlık
Kambur nereden geldiği ve nereye gittiği belli olmayan bir karakter. Yurdu, mekânı ve zamanı yok. Tanımadığı yaşlı bir adamın cenazesinden başka gidecek bir yeri yok. Bu hiçbir yere ait olamama hissi Heidegger’in dünyaya fırlatılmışlık kavramını hatırlatıyor bize. Hepimiz iznimiz olmadan dünyaya gelmişizdir ve ölüme doğru akan bir zaman içinde varoluşumuzu sürdürürüz. Ölümden korksak bile zamanın yavaş geçmesine dayanamayıp kendimize çeşitli uğraşlar bularak zamanın bu donukluğu karşısındaki sıkıntımızı gidermenin yollarını ararız çoğu zaman. İşte Kambur, hepimizin içinde bulunduğu bu ruh halinin kara mizahla harmanlanarak yazıldığı bir kitap. Son derece alaycı ama bir o kadar da karamsar. “Akıl ideale varamayınca hicve varıyor (Gürbüz 8).” der Kambur. Ölümün yakınlığının ve hayatla ilgili yaşadığı farkındalıkların bir sonucu olarak yaşamamayı seçer ama onunla alay etmeyi de bırakmaz. Fakat yavaş yavaş hiçbir şey yapamamanın ağır gelmesiyle dibe sürüklenir. Düştüğü çukurda onu, zihnini ele geçirecek olan deliliğin her türlü çeşidi beklemektedir. Kambur’un bu tekinsiz deliliğinin geldiği bir nokta vardır ki o da zamanın ayırt edilemezliğidir. Dün ve bugünün arasında değişen tarih dışında hiçbir fark yoktur, zaman donmuştur: “Bugün 3 Eylül. Yarın, 27 Haziran olacak. Dün, 5 Eylül’dü (Gürbüz 38).” Gerçeklik ise yitirilmiştir çoktan: “Gözlerimi açtığımda düşlerimin büyük bir kısmını; bazen hiçbirini, hatırlayamıyorum. Oysa, düşlerdir insana gerçeği anlama, gerçeği çarpıtma, ya da gerçeği aşma imkânı sunan (Gürbüz 69).”
Bilinç Akışı Tekniği
Modernist bir yazım tekniği olarak bilinç akışı tekniği, karakterin düşüncelerinin olduğu gibi okuyucuya sunulmasıdır. Kitabın tamamı da Kambur’un savruk, oradan oraya atlayan düşünceleriyle ve iç monologlarıyla ilerliyor. Belirli bir olay örgüsü olmadığı gibi, belirgin bir zaman çizgisi de yok. Dolayısıyla metin, karakterin iç yaşantısına odaklanan bir anlatı niteliğinde. Aynı zamanda, bilinç akışı tekniği Kambur’un iç çatışmalarının da bir yansımasını oluşturur. Metnin biçimi ile Kambur’un içinde bulunduğu varoluşsal durum birbirini tamamlar, adeta ayna olurlar birbirlerine. Yaşamının anlamsızlığı karşısında Sartre’ın Bulantı’sındaki Roquentin karakterinin duyduğu tiksintiyi hisseden, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı gibi deliliğin sınırlarında dolaşan ve içinde yaşadığı topluma ait olamamanın getirdiği yalnızlık ile boğuşan Kambur’un zihni metnin biçimiyle iç içedir. Bu bağlamda, bilinç akışı tekniğinin kullanılması karakterin yalnız zihinsel durumunu yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda onu pekiştirir de.
Kaynakça
Gürbüz, Şule. Kambur. İstanbul: İletişim, 1992.