Yönetmen koltuğunda 16 yıl aradan sonra TAR filmiyle sinemaya geri dönen bir isim oturuyor: Todd Field. Yönetmeni 2006’da çektiği Little Children filminden tanıyoruz. TAR filminin başrolündeyse hayranlıkla takip ettiğimiz bir isim var: Cate Blanchett. Ona eşlik eden isimlerse şöyle: Noemie Merlant, Nina Hoss, Sophie Kauer, Mark Strong.
Müzisyen kimliğiyle çok iyi bir yerde konumlanan maestro Lydia Tar‘ın, kariyerinde zirve noktası olacak senfonisi üzerinde çalışırken başına gelenler anlatılıyor.
Nihayetinde Ruh Kendi Felaketini Seçer
”Zamanımızın en önemli müzik figürlerinden biri. Lydia Tar’ın kariyeri kabarık. Curtis Enstitüsünde piyano performans mezunu, Harward’da Phi Beta Cappa üyesi, Viyana Üniversitesi’nde Müzikoloji doktorası yaptı. Sinema ve tiyatro için besteler yaptı. Dünya’nın en ünlü orkestralarına şeflik yaptı. Emmy, Grammy, Oscar ve Tony ödüllerini kazandı.”
Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Bunlar Lydia’nın ne kadar donanımlı bir müzisyen ve şef olduğunu anlamamızı sağlıyor. Onu takdim eden sunucu Lydia hakkında tüm bu önemli ayrıntıları anlatırken, ekranı Lydia’nın yardımcısı Francesca dolduruyor. Sunucuyla aynı cümleleri eksiksiz, sessiz; ama senkronize şekilde dile getirmesi, bu cümleleri yazıp sunucuya verenin o olduğunu anlamamızı sağlıyor. Elbette takdim kısmında söylenen her şey doğru, fakat kendisinin en küçük başarısına kadar anlatılmasını istemesi, Lydia’nın narsist biri olduğuna işaret eden ilk detay diyebiliriz. Sonrasında sahneye çıkıyor ve tek planda çekilmiş bir söyleşiye tanıklık ediyoruz. Bu detaylı sahneden sonra, The Juilliard School‘da verdiği derse odaklanıyoruz. Yine uzun bir plan sekans sahnesinden sonra artık Cate Blanchett’e hayranlığımızı gizlemek olanaksız görünüyor.
Film; başarılı bir müzisyenin hayatının dönüm noktalarından birinde yaşadığı yasak ilişkilerden, sonu felaketle biteninin ortaya çıkmasıyla, kazandığı tüm başarılarının yok sayılarak alt üst olan kariyeriyle neredeyse her şeyini kaybeden Lydia Tar’ın hikayesine odaklanıyor.
Lydia Tar, cinsel kimliğini gizlemeyen lezbiyen bir sanatçı olarak karşımıza çıkıyor. Ekibindeki kemancılardan biriyle evli olduğunu ve evlat edindikleri kızlarıyla Almanya’da yaşadıklarını öğreniyoruz. Filmin başından beri endişeli tavırlarıyla ne olduğunu merak etmemizi sağlayan Francesca’yla aralarındaki ilişkiyi çözmeye çalışıyoruz. Aralarında profesyonel iş ilişkisinden fazlası olduğunu anlamak zor değil. Yaşanan sıkıntının ne olduğuna dair filmin sonuna kadar bilgi verilmiyor; ama Lydia’nın orkestraya yeni katılan genç bir kadına olan ilgisi kolaylıkla fark ediliyor. Filmin bu noktasından sonra, Lydia’nın en büyük zaaflarından birinin ne olduğunu anlıyoruz ve bu zaafını elde edebilmek için alttan alta neler yapabileceğini görüyoruz.
Egonun ve arzunun dizginlenememesinin doğurduğu sonuçlara tanık olmak ve bu kadar üstün başarılara sahip bir kadının, tüm bunları basit bir dürtü için tehlikeye atmasını izlemek, her ne olursa olsun insana sahip olanın ilkel dürtüleri olduğunu ve bu ilkel dürtüler tarafından yönetilen bir varlık olduğumuzu hatırlamamıza neden oluyor.
Lydia’nın kızına zorbalık yapan bir başka kız çocuğuna karşı tavrıysa, kızına verdiği değerle müziğe duyduğu tutkunun eş değer olduğunu düşündürüyor, buna rağmen karşısında duranın küçücük bir çocuk olduğunu unutarak, onu travmatize edebilecek bir korkuyla tanıştırması Lydia’nın kişiliğini anlamamızı sağlayan başka bir detay olarak değerlendirilebilir.
Lydia’nın merdivene takılıp düşmesiyle yüzünde ve vücudunda oluşan yaralar hakkında yalan söyleyişiyse, güç gösterisinden başka bir şey değil. Sadece merdivenden düşerek başına bunların gelmesini kabul etmektense, bir adam tarafından saldırıya uğradığını söylemeyi tercih etmesinin, egosunun yüksek olmasıyla doğrudan bağlantılı olduğunu söylemek mümkün. Oysaki herkes ayağı takılıp yere düşebilir, ancak kendisi gibi üstün yetenekli birinin böyle bir dikkatsizlik sonucunda bu yaralara sahip olması onun kişiliğine aykırı gibi görünüyor. Gerçeği bilmesine rağmen, söylediği yalana kendisini de inandıran biri Lydia. Öyle ki; geçmişte yaptığı insan sömürüsü sayesinde intiharına neden olduğu kadının ölümünden kendisini sorumlu tutmadığı gibi en küçük bir pişmanlık duygusu bile göstermiyor. İstediği tek şey, içine düştüğü durumdan hasarsız şekilde çıkabilmek oluyor. Onun yaşananlardan pişman olmadığını, orkestraya yeni gelen kadın için verdiği uğraşlardan anlamak mümkün. Sonunun aynı şekilde biteceğini bilse bile, gücüne, ismine ve kendisine o kadar güveniyor ki; ne yaşanırsa yaşansın bir şekilde kurtulabileceğini düşünüyor. Birinin zarar görmesiyse umurunda olan son şey bile değilmiş gibi görünüyor.
Filmde Schopenhauer‘un felsefesine dair söylenen: ”İnsan zekasını sese karşı hassaslığıyla ölçmüştür.” cümlesiyle başlayan konuşma, daha sonra: ”Ona dava açan bir kadını merdivenlerden aşağı atmamış mıydı?” noktasına evriliyor. Schopenhauer’un yaptığı bu kişisel davranışın işiyle ve yaptıklarıyla alakasız olduğundan bahsediliyor. Bu sohbet, anlatının geleceğine dair yönetmenin seyirciye verdiği bir ipucu aslında. Film, bu konuşmada anlatılan olayın tam tersi şekilde ilerliyor. Filmin genelinde tanık olduğumuz diyaloglar, aslında Lydia’nın kendi ağzından çıkan sözcüklerle uyum göstermeyen davranışlarını da alt metinler olarak seyirciye ulaştırıyor. Bir öğrencisine: ”Kendini saklamalısın, egolarından arınmalısın.” diyor, ancak bu onun asla yapmayacağı bir kendini dizginleme yöntemi diyebiliriz. Egolarından arınmasını söylemesine rağmen, her şeye egolarıyla karar veriyor; karşısındakine kendisini saklamasını söylemesine rağmen, sahip olduğu başarıları göz önünde bulundurunca, göz önünde olabilmek ve sanatını dünyaya duyurmanın onun başlıca hedefi olduğunu söyleyebiliriz.
Yıllarca uğraştığı her şeyi kaybederek, çok farklı bir konumdayken kendisini olmayacak bir yerde bulması, onun için hayatta sahip olduğu en önemli şeyin müzik olduğunu fark etmesiyle final yapıyor.
Müzik Bazen Öyle Derin Bir Yerden Solur Ki…
”Müziğin gerçek manasını şimdi gerçekten anlayabilirsiniz. Duyduğunuzda size hissettirdiği şeydir. Müziğin anlamını artık biliyoruz. Diyezleri, bemolleri, akortları bilmemiz gerekmiyor aslında. Müziği anlamak için bunlara gerek yok, eğer bir şey anlatıyorsa. En harika şey ise; müziğin size hissettirebileceği farklı hislerin bir limiti olmaması. Bu hislerin bazıları öyle özel ve derin ki kelimelerle dahi karşılaştırılamaz. Hislerimizi her zaman anlatamayabiliriz. Müzik bazen öyle derin bir yerden solur ki, onları kelimelere dökemeyiz. Müzik işte bunun için harikadır. Hislerimizi kelimeler yerine notalarla isimlendirir.”
Ruhu müzikle aydınlanmış bir sanatçının, ona tüm ışığını ve yaşama heyecanını veren müziğe değil de, tutkularına ve dürtülerine kulak vermesiyle kaybettiklerini; fikirlerine değer verdiği üstatların müzik hakkında söylediklerini hatırlayarak, kaybettikleri için yas tutmasını ve gözyaşı dökmesini izliyoruz.
Cate Blanchett, Lydia Tar rolüyle bu yılın en çok konuşulacak olan kadın oyuncu performansına da imzasını atıyor. Uzun sekanslarına rağmen, role bütünüyle hapsolmuş bir oyunculuk sayesinde, karşımızda kişiliğinden eksiksiz şekilde arınmış ve bambaşka biri olarak karşımıza çıkmış bir insanı izliyoruz. Cate Blanchett, Lydia Tar rolüyle ışık saçıyor. Şimdiden bir çok ödül kazandığı bu güçlü performansıyla yakın zamanda Altın Küre‘ye de aday gösterildi. Son durak olan Oscar adaylığını kazanması kesin gözüyle bakılırken, ödülü üçüncü kez kucaklayabileceğini de ekleyelim.