To Leslie: Country Şarkılarının Rüzgarında Kaybolmuş Bir Kadının Portresi

Editör:
Aleyna Kavak

Yazı İçindekiler [hide]

spot_img

İngiliz televizyon yönetmeni ve film yapımcısı (aynı zamanda Better Call Saul’dan tanıdığımız) Michael Morris‘in ilk uzun metrajlı filmi To Leslie, dingin ama bir o kadar güçlü yapısıyla ve başrol oyuncusunun muhteşem performansıyla kendini izlettirmeyi kolaylıkla başaran, country şarkıları tadında bir film.

Öte yandan filmin, Andrea Riseborough’un eşsiz performansıyla 95. Akademi Ödülleri’nde En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı adaylığı olduğunu da belirtmeden geçmeyelim, bu konuya yazının devamında değineceğiz.

To Leslie, açılış sekansını piyango bileti kazanan ve bu sebeple sevinçten çılgına dönen genç bir anne ve oğlunun televizyon ekranlarına yansıyan görüntüsüyle yapıyor. Ancak filmin genelinde, açılış sekansında fazlasıyla enerjik ve mutlu gördüğümüz Leslie’nin yorgun, karmaşık ve yalnız bırakılmış hayatıyla baş başa kalıyoruz. Film, piyango biletinden $190.000 kazanan bir anneyi, parayı alkol ve uyuşturucuya harcayıp hayatının iplerini kaçırması ve değer verdiği her şeyi kaybetmesi sebebiyle dibe vuruşu boyunca takip ediyor. Senarist Ryan Binaco To Leslie’yi, kendi annesinin bir piyango bileti kazanıp tüm parayı çarçur ettikten sonra yaşadığı zorlu deneyimlerden esinlenerek yazmış; filmin ve özellikle Leslie karakterinin bu kadar gerçekçi olmasının altındaki neden belki bu olabilir.

To Leslie Ne Anlatıyor?

İngiliz oyuncu Andrea Riseborough, hem hayatının hem aklının iplerini ortalığa saçmış alkolik, bekar bir anne olan Leslie’yi canlandırıyor. Leslie evlenmiş, bir oğlu olmuş, boşanmış, piyangodan para kazanmış ve sonra her şeyi mahvetmiş. Ancak filmin hikayesi tüm bu olanlardan sonra başlıyor, ne kadar istesek de filmin sonuna kadar bu süreçte gerçekten ne yaşandığını izleyemiyoruz. Leslie’nin şimdiki hayatı korkunç, çünkü herkes tarafından unutulmanın eşiğinde ve ciddi derecede alkolik, üstelik bir de yaşadığı köhne motelden kirasını ödeyemediği için kovuluyor. Onu kovan motel sahibinin eşyalarını sokağa atmasından sonra, pembe valizini sırtlayıp altı yıldır görmediği 19 yaşındaki oğlu James‘in (Owen Teague) yanına gidiyor Leslie.

James annesini gördüğüne sevinmiyor, öyle ki muhtemelen Leslie’ye nasıl başa çıkacağını bilemediği bir sorun olarak bakıyor. Leslie öylesine alkolik ki oğlundan hatta oğlunun komşusundan bile içki almak için para çalabiliyor. Dürtüleri ve iştahları tarafından ele geçirilmiş durumda ve dürtülerini tatmin edebilmek için çiğnediği normları umursamıyor bile. Bazı zamanlar kendine güvenmese de bir adamla göz göze gelip onu evine götürebilmek için bir bara gidiyor, ama peşinde olduğu şey seks değil, yalnızca adamların ona verebileceği ilgi, para ve alkol.

İnşaat işçisi arkadaşıyla paylaştığı mütevazi bir evde yaşayan James, annesinin hayatını toparlayıp işleri yoluna koyana kadar kendisiyle kalabileceğini söylese de bu konuda oldukça tedirgin. James onunla yaşayabilmesi için tek bir kural koyuyor: içmek yasak, ama nihayetinde Leslie’nin ona sunulan bu şansı değerlendirmeye hiç niyeti yok. Leslie dur durak bilmeden her şeyi mahvetmeye devam edince James (belki de annesinin bu halini görmeye) daha fazla dayanamayıp gitmesini istiyor. Anne-oğul arasında geçen sahnelerde bu iki insanın kuramadığı bağa üzülseniz de içten içe James’e hak verebilirsiniz. Gidecek hiçbir yeri olmayan ve kendi oğlu tarafından bile istenmeyen kadın, çareyi doğup büyüdüğü, piyangoyu kazandığı ve her şeyi mahvettiği için kendi deyimiyle “bok parçası” olarak görüldüğü kasabaya geri dönmekte buluyor.

Yıllar önce terkettiği şehrine geri dönen Leslie, eski arkadaşları Nancy (Allison Janney) ve Dutch‘un (Stephen Root) evine yerleşiyor. Arkadaşları da tıpkı ailesi ve oğlu gibi ona tepkili çünkü Leslie seçtiği hayat yüzünden oğlunu terk etmişti ve James’e yıllarca arkadaşları bakmak zorunda kaldı. Bu durum Leslie’nin tüm kasaba halkı tarafından dışlanmasına ve hatta dalga konusu olmasına neden oluyor. Tahmin edebileceğiniz gibi Leslie, arkadaşlarının evinden de birkaç gün içinde kovuluyor. Ne yapacağını bilmez halde bir oraya bir buraya savrulan, pembe valiziyle yalnız başına kalan kadın sokaklarda uyuyor ve onu tanıyan herkesten kaçıyor. İçinde yüzdüğü bu karanlıkta, Sweeney (Marc Maron) adında bir motel işletmecisinin ona odaları temizlemek için iş teklif etmesi ve kalacak bir yer temin etmesiyle biraz olsun nefes alabiliyor Leslie. Tüm bu yaşadıklarından sonra hayata tutunabilmesi için bir umut ışığı olduğunu görüyoruz ancak soru, Leslie’nin bunu fark edip edemeyeceği.

Leslie karakterini film boyunca yalnızlık ve ıstırap içinde, kaybolmuş halde izlemek oldukça acı verici. İki saatlik filmin yarısından fazlasında izleyici olarak neredeyse pes ediyoruz ta ki Sweeney bu kadına üzülüp ona anlayış ve hoşgörü gösterene kadar. Sweeney ve Leslie ikilisi bir arada oldukça iyi görünen karakterler. Leslie ne kadar değişken, manipülatif, aç gözlü ve duygularını içinde yaşayan biriyse Sweeney de bir o kadar karmaşık olmayan, hoşgörülü ve açık sözlü biri. Ayrıca Sweeney karakterini canlandıran Amerikalı oyuncu Marc Moron’un da son derece başarılı, dahası inandırıcı bir oyunculuk sergilediğini söylemeden geçmeyelim. Sweeney, tanımadığı bu kadının tüm boşvermişliğine rağmen onun hayatının daha iyi olabilmesi ihtimalinden kolay kolay vazgeçmeyecek kadar iyi birisi. Başlangıçta bunu fark edemese de toparlanmaktan başka çaresi olmadığını gören Leslie, alkol kullanmayı zor olsa da bırakıyor ve Sweeney’nin desteğini kaybetmek istemiyor.

Yönetmen Morris, ne yaptığını en başından beri biliyor aslında: bizi Leslie’nin kim olduğu hakkındaki peşin yargılarımız hakkında çoğunlukla yanıltıyor. Öyle ki senaryonun yazarı Binaco da bu duruma, hikayeyi uzun açıklamalar yapmadan aktarabilme becerisiyle katkıda bulunuyor. Ve bunu yaparken bile hikaye açısından hala sürprizlere yer bırakılıyor. Leslie, tam da yapacağını düşündüğümüz anlarda “alkol orucunu” bozmuyor ve her şeyi mahvetmiyor.

Andrea Riseborough’un Leslie karakterindeki performansı, onları çevreleyen bu düşük bütçeli bağımsız filmden daha büyük. Riseborough, tuhaf ve her sahnede bukalemun gibi renk değiştirebilen bir figürü izleyiciye zekice aktarıyor; gün boyu barlarda kaybedenler kulübü üyesiymişçesine içki içerken bile çekici görünebilen, bir sonraki sahnede izleyiciye acı verecek kadar çaresiz ve kimsesiz, hayatın ona yaptığı bu kötü şakaya hala şaşırabilen, dev gibi gözleriyle bakan biri. Kavga ediyor, hiddetleniyor, dans ediyor, zaman zaman ağlıyor, duygularının arasında kayboluyor… Riseborough, artık hiçbir kazancı olmayan bir piyango kazananı olan Leslie’yi adeta mahvolmuş bir kraliçe olarak beyaz perdeye yansıtıyor.

Filmin sinematografisinden söz edecek olursak, To Leslie genel itibariyla oldukça sakin yapıda bir film ve sinematografi de bu yapıya ayak uyduran türden. Amerika’nın güneyinde geçen bir hikayede olması gereken ne varsa film bunu izleyiciye yeteri miktarda sunuyor. Öte yandan Leslie karakterinin gelişimini izleyiciye aktarma noktasında da son derece başarılı bir iş çıkarılmış: kamera hareketleri hem Leslie’yi yargılayıcı bakışlarımızdan koruyor hem de onun savunmasızlığını ve çaresizliğini anlamamıza olanak tanıyor. Filmde kullanılan müzikler de filmin karmaşık duygusuna adapte olmamızı sağlarken Amerika’nın güneyindeki bir kasabada geçen bu filmden alacağımız keyfi artırıyor.

Filmle ilgili söylenmesi gereken bir diğer şey de hikayenin tamamen dramatik ve alkolik bir annenin hayata geri dönüş hikayesini romantize eden bir yerden aktarılmıyor oluşu: hikayaye yer yer eklenen komik sahneler ve diyaloglar, filmi izlerken nefes alıp tebessüm etmemize izin veriyor. To Leslie’nin eleştirilmesi gereken bir nokta varsa o da finali. Nihayetinde filmin sonu biraz yapmacık ve özellikle son sahnesi filmin atmosferine uymayan, inandırıcı olmayan türden. Bu yüzden filmin bitmesine yakın belki daha güçlü bir son olabilirdi diye düşünmeden edemiyorsunuz. Muhtemelen bir 15 dakika daha uzun olsa ve hikaye de buna göre yazılsa final de izleyiciyi daha fazla tatmin edebilirdi ancak bu yetersizmiş gibi görünen final sahnesine rağmen filmden alabileceğiniz genel tatmin duygusu değişmiyor. Tüm bunların dışında filme annelik, aile, toplumsal cinsiyet, alkolizm, bağımlılık gibi kavramlar üzerinden yaklaşarak film hakkında çeşitli sosyolojik değerlendirmeler de yapılabilir ancak bu, başka bir yazının konusu.

Sonuç olarak Andrea Riseborough’un gerçekçi ve korkusuz performansıyla Oscar adaylığı alan film, artık hiçbir kazancı olmayan bir piyango kazananı olan Leslie’yi adeta mahvolmuş bir kraliçe olarak beyaz perdeye yansıtırken bizi ebeveynlik, alkolizm ve bağımlılık gibi konularda düşünmeye teşvik ediyor.

Gişede yaklaşık $31.000 hasılat yapan bağımsız film, başrol oyuncusu Andrea Riseborough‘un, 95. Akademi Ödülleri‘nde En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ına aday gösterilmesiyle gündemi oldukça meşgul etmişti. Film “şimdiye kadar Oscar adaylığı almış en düşük bütçeli/hasılat yapan film” olarak akıllara kazındı. Öyle ki filmin aday olması için lobi yapıldığı iddiaları sosyal medyada gündem oldu ve Akademi bu konu hakkında bir inceleme başlattıysa da inceleme sonucunda Riseborough’un adaylığı geri alınmadı. Oyuncuya Hollywood ünlüleri tarafından da büyük destek verildi, mesela Kate Winslet, Riseborough’un oyunculuğunu “Hayatımda gördüğün en iyi kadın performansı” olarak değerlendiriyor. Filmin Oscar adaylığı tartışmaya açık belki ama Andrea Riseborough’un Leslie karakterini izlediğinizde, onun korkusuz performansının neden etki yarattığını anlayacaksınız.

İyi seyirler!

spot_img
Esra Şahin
Esra Şahin
i am a thinker, not a talker.

Yorum Yap

Yorum girişi yapınız.
Adınızı girin

Magnum Fotoğrafçısı Elliott Erwitt: Sıradışı Perspektif

Magnum fotoğrafçılarının yeni yazısında Elliott Erwitt'in hayatına ve eserlerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.

Star Wars Sith’in İntikamı: Bir Trajedinin Epik Kapanışı

Skywalker'ın öyküsü, galaktik düzenin çöküşünü, dostlukların sonunu ve aşkın trajedisini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Macbeth Sendromu: Hırsla Yoğrulan Bir Kimliğin Çöküşü

Macbeth Sendromu, bireyin hırs uğruna kimliğini ve vicdanını yitirerek psikolojik çöküşe sürüklenmesini anlatan patolojik bir durumdur.

You’ya Veda: Önceki Sezonda Neler Oldu?

You, beşinci sezonuyla son kez ekranlara gelirken, önceki sezonlarda neler oldu hatırlayalım.

Altı Çizilenlerde Bu Ay: Ahmed Arif | Hasretinden Prangalar Eskittim

Söylenti Edebiyat editörleri, Altı Çizilenler serisinde bu ay, doğum gününde, şiirin aykırı sesi, toplumcu gerçekçiliğin öncülerinden, Türk edebiyatının benzersiz şairi Ahmed Arif'e yer veriyor!

Orta Çağ Avrupası’nda Evlilik, Boşanma ve Eğlence Kültürü

"Ben senin için yaşamayı göze aldım" diyenleriniz varsa, itinayla "Sıkıysa Orta Çağ'da yaşasana" diyebilirsiniz çünkü bu çağda yaşamak sanıldığından çok daha zor.

HBO Max’te İzleyebileceğiniz Yapımlar

İşte HBO Max'te izleyebileceğiniz yapımlar.

Exulansis: Anlaşılamamanın Getirdiği Vazgeçiş

Exulansis, kişinin anlaşılamayacağını düşünerek kendini anlatmaktan vazgeçişini konu alır.

Şahane Hatalar : Kendi Maceranı Kendin Yarat

Sadece hataların sonuçlarına odaklanmak yerine, bu hataların insanları nasıl şekillendirdiğini ve nasıl birer öğrenme fırsatı sunduğunu ele alan sıra dışı kitap: Şahane Hatalar.

Yahya Kemal Şiirlerinde Yedi Farklı Tema

"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar." Türk edebiyatına hayalinden kelimeler armağan ve miras bırakan Yahya Kemal Beyatlı.