Toplumsal adalet, edebiyatın en köklü ve en sarsıcı temalarından biri olmuştur. Bireyin hak arayışından geniş çaplı devrimlere kadar uzanan bu mücadele, yazarların kaleminde şekillenerek nesilden nesile aktarılmıştır. Tarih boyunca pek çok edebî eser, adaletsizlikleri açığa çıkarmak, görünmeyeni görünür kılmak ve değişim çağrısında bulunmak amacıyla yazılmıştır. Ancak söz konusu toplumsal adalet olduğunda, genellikle aynı birkaç klasik eser öne çıkar ve bu alandaki zengin edebî mirasın birçok kıymetli parçası gölgede kalır. İşte Türk ve Dünya Edebiyatında toplumsal adaleti cesurca ele alan, ancak hak ettiği değeri yeterince görmemiş on eser!
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu – Sevgi Soysal

“Tutukevi, tutukevidir yine de. Bizlere dayak atma hevesleri kursaklarda henüz. “Kanun biziz” cümlesinin noktası konmadı daha.” (s. 217)
Sevgi Soysal, bu eserinde 12 Mart 1971 askeri müdahalesi sonrasında gözaltına alınan ve cezaevine gönderilen kadınların hikâyelerini anlatır. Yarı otobiyografik bir roman olan bu eser, yazarın kendi deneyimlerinden yola çıkarak kaleme alınmıştır. Romanın geçtiği hapishane, yalnızca fiziksel bir tutsaklık alanı değildir; aynı zamanda bir ülkenin otoriter rejimler altında nasıl bir baskı ortamı yarattığını gösteren küçük bir dünya gibidir. Kadın mahkûmlar arasında siyasi suçlular, sıradan adli suçlular ve toplumun farklı kesimlerinden gelen kişiler vardır. Ancak adaletin nasıl işlediği konusunda ortak bir gerçeklik vardır. Sistem, muhalifleri susturmak için hukuk mekanizmasını keyfi bir şekilde kullanmakta ve kadınları hem siyasi hem de cinsiyetleri nedeniyle iki kat ezmektedir.
Roman hukukun tarafsız olmadığını ve güçlünün lehine işlediğini gösterir. Sadece politik görüşleri nedeniyle tutuklanan kadınlar, insanlık dışı koşullara maruz bırakılırken, bazı mahkûmlar için adaletin daha farklı işlediği görülmektedir. Aynı zamanda, kadınların toplumda maruz kaldığı cinsiyetçi baskılar, hapishane koşullarında da kendini gösterir. Sevgi Soysal, kadın karakterler aracılığıyla, otoritenin sadece siyasi baskılarla değil, aynı zamanda kadın bedenleri ve kimlikleri üzerinden de tahakküm kurduğunu gözler önüne serer. Eserde, toplumsal adaletin sadece hukuki düzenlemelerle değil, toplumsal yapının değişmesiyle mümkün olabileceği fikri öne çıkar.
Gömülü Dev – Kazuo Ishiguro

“Ayaklarının dibindeki yıkık zeminin her yanındaki koyu renk lekelerin eski kan lekeleri içerideki rutubetli, küflü taş ve sarmaşık kokusuna karışmış, daha hafif ama inatçı kokunun da katliam kokusu olduğunu anladı.” (s. 33)
Kazuo Ishiguro’nun Gömülü Dev adlı romanı, toplumsal adaletin bellekle ve geçmişin hatırlanması ya da unutulmasıyla olan ilişkisini derinlemesine ele alan bir eserdir. Roman, Britanya’da Saksonlar ve Britonlar arasındaki savaşın ardından kurulan hassas barışı konu alır. Ana karakterler, yaşlı bir çift olan Axl ve Beatrice, toplumun unuttuğu geçmişin izlerini aramak için bir yolculuğa çıkarlar. Ancak bu yolculuk, yalnızca fiziksel bir seyahat değildir; aynı zamanda toplumsal hafızanın, adaletin ve geçmişin yüklerinin nasıl taşındığını keşfetmeye yönelik bir sorgulama sürecidir. Roman boyunca, geçmişin unutulmasının bir barış ortamı sağladığı mı yoksa adaletsizliği daha da derinleştirdiği mi sorusu sürekli gündemdedir.
Kazuo Ishiguro, hafızanın politik bir araç olup olmadığını sorgular; savaşlarda haksızlığa uğramış toplulukların, geçmişlerini hatırlayarak mı yoksa unutarak mı ilerlemeleri gerektiğini tartışır. Romandaki unutma hali, bir metafor olarak adaletin ertelenmesi veya bastırılması anlamına gelir. Ancak Ishiguro, unutarak barış sağlamanın mümkün olmadığını, çünkü unutulan acıların bir noktada tekrar su yüzüne çıkacağını ve toplumsal gerilimleri besleyeceğini vurgular. Bu açıdan bakıldığında, roman adaletin sadece mahkemelerde sağlanan bir olgu olmadığını hafıza ve geçmişle hesaplaşma süreçlerinin de adaletin bir parçası olduğunu gösterir.
Asiler Otobüsü – John Steinbeck

“Daha önce hiç atlıkarınca görmediyse güzel bulmasını anlayabiliyorum ama insan her şeye alışır. İnsan birkaç gün içinde saraya bile alışır, ardından başka bir şey ister.” (s. 79)
John Steinbeck’in az bilinen bu romanı, Amerikan toplumundaki sınıfsal eşitsizlikleri ve bireyin ahlaki değerleri ile hayatta kalma mücadelesi arasındaki çatışmayı anlatır. Romanın ana karakteri Ethan Allen Hawley, eskiden varlıklı bir aileden gelmesine rağmen maddi sıkıntılar içinde süpermarket çalışanı olarak yaşamını sürdürmektedir. İçinde bulunduğu ekonomik sıkışmışlık, onu hem kendi etik değerlerini sorgulamaya hem de toplumun adaletsiz yapısıyla yüzleşmeye zorlar. Kendisini daha iyi bir yaşam sağlayabilecek fırsatlara yönlendiren durumlar karşısında Ethan, zamanla yozlaşmanın eşiğine gelir.
John Steinbeck, bu eserinde toplumsal adaletin yalnızca hukuki sistemlerle değil, ekonomik yapıların da doğrudan bir sonucu olduğunu gözler önüne serer. Ethan’ın yaşadığı sıkıntılar, bireysel ahlakın toplumsal adaletsizlik karşısında nasıl çaresiz kaldığını gösterir. Roman, fırsat eşitsizliği ve ekonomik adaletsizlikleri ele alırken, kapitalist sistemin düşük gelirli insanları nasıl etik ikilemler içine soktuğunu da anlatır. Burada adalet, yalnızca yasalarla sağlanması gereken bir şey değildir; aynı zamanda toplumun ekonomik olarak daha adil bir yapı kurması gerekmektedir. Steinbeck, adaletin bireylerin içinde bulunduğu koşulları göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi gerektiğini savunur.
Allah’ın Süngüleri: Reis Paşa – Attilâ İlhan

“… tarihin bir başlangıç noktasındayız: uzaktan uzağa bir fecir söküyor. Bazıları bunu bir yangın parıltısı zannediyor ve ürkerek gözlerini kapıyor gelecek yeryüzünün bütün mazlum ve mağdur insanların olacaktır!..” (s. 242)
Attilâ İlhan’ın Allah’ın Süngüleri adlı romanı, Kurtuluş Savaşı dönemini merkeze alarak ulusal bağımsızlık mücadelesini anlatır. Roman, Mustafa Kemal Atatürk‘ün liderliğinde yürütülen savaşın sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşüm süreci olduğunu vurgular. Anadolu’nun yoksul halkının emperyalist güçlere karşı verdiği mücadele, bir yandan adaletin yalnızca yasalarla değil, toplumsal hareketler ve devrimlerle de sağlanabileceğini gösterir.
Roman emperyalizme karşı bir halkın özgürlük mücadelesini anlatırken, adaletin bir ulusun kendi kaderini tayin etmesiyle de bağlantılı olduğunu gösterir. Burada adalet, yalnızca bireysel haklarla sınırlı değildir; aynı zamanda ulusal egemenliğin kazanılmasıyla doğrudan ilişkilidir. Attilâ İlhan, adaletin sadece mahkemelerde değil, toplumların kendi haklarını kazanma süreçlerinde de şekillendiğini ortaya koyar.
Yedinci Gün – Yu Hua

“Bugünlerde o kadar çok insan yaşamaktan bitap düşmüş durumda ki.” (s. 117)
Yu Hua’nın Yedinci Gün adlı romanı, toplumsal adalet kavramını ölümden sonraki yaşam üzerinden sorgulayan sıra dışı bir eserdir. Romanın baş karakteri Yang Fei, öldükten sonra ölüler dünyasında bir yolculuğa çıkar. Ancak bu yolculuk sırasında fark eder ki ölüm bile toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaz. Varlıklı insanlar için görkemli cenaze törenleri düzenlenirken, yoksulların cenazeleri sahipsiz kalmakta, bazen bedenleri bile bulunamamakta ya da yakılmak üzere bir köşeye bırakılmaktadır. Bu adaletsizlik, sadece hayatta değil, ölümden sonra da devam etmektedir.
Yu Hua, Çin toplumunun ekonomik ve sosyal eşitsizliklerini sert bir dille eleştirir. Roman boyunca devlet baskısı, yolsuzluk, sağlık sistemindeki adaletsizlikler ve sınıfsal ayrımlar gözler önüne serilir. Yang Fei, ölüler diyarında dolaşırken, geçmişte kaybolmuş veya sistem tarafından yok edilmiş insanlarla karşılaşır. Bu insanların trajedileri, toplumun adalet duygusunun nasıl aşındığını ve bireylerin ne kadar çaresiz bırakıldığını gösterir. Toplumsal adalet bağlamında, roman şu soruyu ortaya atar: “Gerçek adaletin olmadığı bir toplumda, ölüm bile eşitleyici bir güç olabilir mi?” Yu Hua, cevabın hayır olduğunu söyler ve okura, yalnızca yasal düzenlemelerin değil, ahlaki ve insani değerlerin de adaletin sağlanmasında büyük bir rol oynadığını hatırlatır.
Cennet – Toni Morrison

“Düzeni değiştirmenin tek yolu, diye düşünmüştü, bir şeyi farklı yapmak değil, farklı bir şey yapmak.” (s. 141)
Toni Morrison’ın Cennet adlı romanı ırkçılık, toplumsal cinsiyet ve dinî dogmaların adalet anlayışı üzerindeki etkilerini ele alır. Roman, tamamen siyahların yaşadığı Ruby kasabasında geçer. Bu kasaba, Amerika’daki ırk ayrımcılığına karşı bir sığınak olarak kurulmuş olsa da, zamanla kendi içinde baskıcı ve dışlayıcı bir yapıya dönüşmüştür. Özellikle kadınlar, kasabanın erkek egemen düzeni tarafından baskılanmakta ve günah keçisi ilan edilmektedir. Kitap, kasaba halkının kasabanın dışındaki kadınlardan oluşan bir topluma karşı geliştirdiği şiddetli nefret ve adaletsizlik üzerinden, adaletin kimler için geçerli olduğunu sorgular.
Toni Morrison, burada ezilenlerin de zamanla nasıl baskıcı hale gelebileceğini gösterir. Ruby kasabasının halkı, kendi tarihsel acılarını unutmayarak bir topluluk bilinci oluşturmuş ancak zamanla kendi adalet anlayışlarını mutlaklaştırarak, farklı olanları dışlamaya başlamıştır. Roman, adaletin yalnızca mağduriyet temelli bir söylemle sağlanamayacağını, çünkü mağdur olanların da bir gün baskıcı pozisyonuna geçebileceğini anlatır. Roman, hukukun ve sosyal normların belirli gruplara özel bir adalet sağlaması yerine, herkes için eşit bir sistem oluşturulması gerektiğini savunur.
Bir Başka Ülke – James Baldwin

“Dünya zaten yeterince zor, insanlar da yeterince kötü; bilhassa bela aramana, ortalığı karıştırmana, işleri daha da kötü bir hale getirmene hiç gerek yok.” (s. 63)
James Baldwin’in Bir Başka Ülke adlı romanı, ırkçılık, cinsiyet, cinsel yönelim ve toplumsal eşitsizlikler üzerinden adaleti sorgulayan güçlü bir eserdir. Romanın merkezinde, siyah bir caz müzisyeni olan Rufus’un, Amerika’daki ırk ayrımcılığı ve toplumsal baskılar nedeniyle giderek çıkmaza sürüklenen hayatı yer alır. Rufus’un beyaz bir kadınla yaşadığı ilişki, toplumun tahammülsüzlüğü ve önyargıları nedeniyle büyük bir travmaya dönüşür ve sonunda onu intihara sürükler.
James Baldwin, Amerika’daki adaletsiz sistemin sadece hukuki ayrımlardan ibaret olmadığını, bireylerin gündelik hayatlarında da sürekli olarak ayrımcılığa maruz kaldıklarını gösterir. Siyah ve beyaz karakterlerin ilişkileri üzerinden, adaletin sadece yasalarla sağlanamayacağını vurgular. Roman ayrıca cinsel yönelim konusunda da toplumsal baskıları ele alır. Baldwin, adaletin yalnızca hukuki düzenlemelerle sağlanamayacağını, insanların birbirlerine karşı geliştirdiği önyargı ve ayrımcı tutumların da bu süreci derinleştirdiğini gösterir.
Troya’da Ölüm Vardı – Bilge Karasu

“Sevmezmiş ama acırmış o haline acımak gerektiğini sanırmış ailenin yüzkarası sayıldığı sözü edildiği zaman adının önüne ardına hep zavallı eklendiği için o da acırmış ona ama sonraları onunda sevilebileceğini öğrenmiş.” (s. 95)
Bilge Karasu’nun Troya’da Ölüm Vardı adlı romanı, bireyin toplum karşısındaki varoluş mücadelesini ve adalet arayışını merkeze alır. Karasu, karakterleri aracılığıyla, bireyin özgürlük arayışı ile toplumun ona dayattığı normlar arasındaki gerilimi inceler. Romanın anlatım biçimi oldukça soyut ve deneysel olup, toplumsal adalet kavramını dolaylı yoldan ele alır.
Toplumsal adalet bağlamında, Bilge Karasu’nun bu eseri, bireyin toplum tarafından nasıl şekillendirildiğini ve baskı altına alındığını gösterir. Adalet, yalnızca yasalar ve devlet mekanizmaları ile sağlanan bir şey değildir; aynı zamanda toplumun bireye yönelik beklentileri, baskıları ve kısıtlamaları da adaletsizliğe yol açabilir. Roman, bireysel özgürlüklerin nasıl sınırlandırıldığını ve toplumun bireyi kendi kurallarına uydurmaya çalışarak bir tür psikolojik hapis ortamı yarattığını anlatır.
Gül Mevsimidir – Füruzan

“Başkalarının yoksulluğu üstüne şato kurulmaz” (s. 73)
Füruzan‘ın Gül Mevsimidir adlı eseri, toplumsal adaletin sınıfsal ve cinsiyetçi dinamiklerini ele alan bir yapıttır. Roman, ekonomik sıkıntılar içinde hayatta kalmaya çalışan insanların hikâyelerini anlatırken toplumsal adaletin yalnızca yasalar veya mahkemeler yoluyla sağlanamayacağını; aynı zamanda sosyal yapılar, dayanışma ağları ve kültürel kodlar tarafından da şekillendiğini gösterir. Göçmen karakterler, toplumun gözünde her zaman “öteki” olarak kalırken, kadın karakterler hem ekonomik hem de patriyarkal düzenin baskıları altında mücadele etmek zorunda kalır. Füruzan, detaycı anlatımı ve karakterlerinin derinliği ile okuru, bu insanların yaşadığı adaletsizliklerle yüzleştirir.
Toplumsal adalet bağlamında roman, fırsat eşitsizliğini, sınıfsal hiyerarşiyi ve toplumsal dışlanmayı ele alır. Romanın karakterleri, eğitim ve ekonomik imkânlardan mahrum bırakılmış bireylerdir; bu da onların toplum içinde daha da görünmez hale gelmesine sebep olur. Füruzan, özellikle göçmenlerin maruz kaldığı ayrımcılığı vurgulayarak, bir insanın doğduğu yerin bile onun hayatındaki adalet anlayışını nasıl belirlediğini gösterir. Kadın karakterler açısından bakıldığında ise eser, patriyarkal düzenin kadınları hem ekonomik hem de sosyal olarak nasıl ikinci plana ittiğini ve bunun yarattığı adaletsizliği detaylı bir şekilde işler. Gül Mevsimidir, yalnızca bireysel hikâyeleri anlatan bir roman olmanın ötesinde, toplumsal yapıları ve bu yapıların yarattığı sistematik adaletsizlikleri gözler önüne seren önemli bir eserdir.
Bedende Yazılı – Jeanette Winterson

“Başkalarının ellerine teslim edilen, üzerinde senin ismin yazılı olan beden.” (s. 154)
Jeanette Winterson’ın Bedende Yazılı adlı romanı, bireyin kendini keşfetme sürecini, aşkın ve kimliğin toplum tarafından nasıl şekillendirildiğini anlatan çarpıcı bir eserdir. Romanın anlatıcısı, hayatı boyunca aşkı, tutkuyu ve aidiyeti anlamlandırmaya çalışırken toplumun katı normları ve dayatmalarıyla mücadele etmek zorunda kalır. Bu süreçte, kişinin kim olduğunu keşfetmesi, sadece içsel bir mesele değildir. Aynı zamanda dış dünyanın ona biçtiği rollerle de ilgilidir. Winterson, bireyin kendisini tanımlarken karşılaştığı sınırları, toplumun duvarlarını ve özgürlüğün aslında ne anlama geldiğini sorgular.
Toplumsal adalet açısından roman, insanın kimliğini belirleme ve kendini ifade etme hakkının, toplum tarafından nasıl sınırlandırıldığını ortaya koyar. Özellikle kadın karakterlerin aşkı ve bedenlerini sahiplenme biçimleri, onların toplum içinde nasıl algılandığına dair önemli ipuçları sunar. Roman, bireyin kendi bedeni üzerindeki kontrolünün, içinde yaşadığı kültürel ve sosyal yapılar tarafından nasıl yönlendirildiğini ve hatta zaman zaman baskılandığını gösterir. Jeanette Winterson, aşkı sadece romantik bir deneyim olarak aktarmaz. Aynı zamanda bir kimlik ve özgürlük meselesi olarak ele alır. Bedende Yazılı, bireyin aşkı, arzuyu ve aidiyeti keşfetme sürecinin toplumun ona çizdiği sınırlarla nasıl çatıştığını anlatan güçlü bir eserdir.
Kaynakça
Soysal, Sevgi. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu. İstanbul: İletişim Yayınları. 2003.
Ishiguro, Kazuo. Gömülü Dev. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2015.
Steinbeck, John. Asiler Otobüsü. İstanbul: Sel Yayıncılık. 2019.
İlhan, Attilâ İlhan. Allahın Süngüleri “Reis Paşa”. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları. 2002.
Hua, Yu. Yedinci Gün. Ankara: Albanda Yayınları. 2018.
Morrison, Toni. Cennet. İstanbul: Sel Yayıncılık. 2022.
Baldwin, James. Bir Başka Ülke. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2005.
Karasu, Bilge. Troya’da Ölüm Vardı. İstanbul: Metis Yayınları. 2022.
Füruzan. Gül Mevsimidir. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 1996.
Winterson Jeanette. Bedende Yazılı. İstanbul: Sel Yayıncılık. 2013.